Cüneyt Gökçe
10 Mayıs 2013
Hakkıyla yapılan ve usulünce yerine getirilen iş ve eylemlerle ilgili olarak “dört dörtlük” tabiri kullanılır. Bu ifade, işe hakkını verme mesajını taşır.
Bir iş ve hareketin tam anlamıyla gerçekleştirmenin etkenleri başında “benimseme” hususu gelir.
Benimsemek, isteyerek ve candan yapmanın bir başka ifadesidir. Benimsenerek yapılan işten lezzet alınır, haz duyulur. Vaktin, nasıl geçtiğinin farkına bile varılmaz. “Kerhen” yapılan işlerden “iyi sonuç” alınmadığı gibi; hem sahibi hem de yakınındakiler için bir eziyet cenderesidir.
Kuşkusuz, benimseme gerçeğinden iyi sonuç almanın ön koşulu da “sorumluluk” duygusuna sahip olmaktır. Bu da inanç sağlamlılığına bağlıdır. İnanmak; başaracağına inanmak, yapması gerektiğine inanmak, sorumluluk bilincinin lüzumuna inanmak.
Çok dikkat çekici bir gerçektir ki, Kur’an-ı Kerim’de Salih amelden; yani yararlı, hayırlı ve iyi işlerden söz edilince genellikle “mutlak” ve “genel” ifadeler kullanılır. Başka bir deyimle, neyin “iyi” olduğu genel bırakılır. Böylece “iyi”nin sınırları daraltılmaz; tam tersine geniş tutulur.
Şu halde, insanlığın yararına olan her şey Salih ameldir; yani iyi ve yararlı iştir. Kişinin bireyin, toplumun ve ailenin dünya-ahiret saadetini temin eden ve rahata kavuşturan her şey iyi ameldir, Salih ameldir, güzel ve yararlı iştir. Abidin ibadeti de, zahidin takvası da, mühendisin çizgisi de, öğretmenin kalemi de yararlı iş ve eylemler cinsindendir.
Tabii ki, burada biz bir “takas mantığı”ndan söz etmiyoruz. Böyle bir mantığın geçerliliği de söz konusu değildir.
Buna göre; her görev ve sorumluluğun bağımsız bir biçimde kendi koşul ve standartları içerisinde değerlendirilmesi gerekir. “Efendim, ben vergi mi vereyim; zekat mı vereyim?” sorusu geçerli bir soru değildir. Çünkü her iki mükellefiyetin yeri, muhatabı ve sorumluluğu farklıdır. Biri diğerinin yerine ikame edilmez. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
İşini benimseyerek ve sorumluluk bilinciyle yerine getirenin davranışları da düzelir. Her şeyden önce “samimi” olur; dürüstlüğü ilke edinir. Alış verişinde doğruluktan şaşmaz.
Ayrıca, bir ibadet aşk ve bilinciyle hizmet sunduğundan yaptığı işten haz duymaya başlar.
Bakkal ise, çok erken saatte dükkanını açma gereğini duyar; çünkü o, pek çok insanın, işine erken gittiğini; birtakım ihtiyaçlarının olabileceğini düşünür; hem kazanır, hem kazandırır. Hem rahat eder, hem de ettirir.
Çalıştığı hattın nöbetçi arabası ise, insanların yollarda kalmalarına sebebiyet vermez. İşini aşk sevdasıyla yapar.
İşini dört dörtlük yapan öğretmen, öğrencisinin gözünü yollarda bırakmadığı gibi, karşısına “boş” ve “hazırlıksız” çıkmaz. Vakitlerini heder etmez. Zamanlarını katletmez.
Araştırmacı araştırmasını; gazeteci dürüst ve tarafsız haberini yazma gereği hisseder. Baba, babalık görevini; anne, kutsal annelik vazifesini çok iyi bilir. Öğrenci, eğitim şartlarına göre kendisini hazırlar…
Aslında bütün bunlar sağlam bir inancın da gereğidir. “Yaptığınız işi güzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever” (Bakara, 2/195) ayeti ne kadar anlamlıdır.
Allah, işinin gereğini yapan bütün insanları sever. Dürüst hizmet sunan bakkal ve esnaf Allah’ın hoşnutluğunu kazanır. Sorumluluk bilinciyle annelik-babalık görevini sürdüren ve çocuklarına ilahi emanet gözüyle bakan aile direkleri Allah’ın sevgisini elde eder. Yönettiği işin, insanın, hayvanın ve eşyanın hak ve hukukunu koruyan yönetici Allah’ı sevindirir ve sevgisini hak eder. Müşterisine kaba davranmayan sürücü ya da yardımcısı; kendisine hizmet sunan şoför ve muavinine yardımcı olan yolcu; sürüsüne tam sahip olan çoban ve daha pek çok hizmet ve iş erbabı bu kategoride değerlendirilebilir. Allah, hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz; çünkü O’nun bu konuda sözü vardır: “Gerçek şu ki iman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz işi iyi yapanların ecrini zayi etmeyiz.” (Kehf,18/30)
Hz. Peygamber’in: “Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat; Beyhaki, şu’abu’l-ıman, 4/334) ifadesi de aslında bu vurgunun başka bir şeklidir ve çok manidardır.
Bu bilinçte olan insanın sözlüğünde “saat doldurma”, “baştan savma” ve “savsaklama” kavramları yer almaz. Çalıştığını hakkeden insanda bu mefhumları düşünmek mümkün değildir. Çünkü; niyeti sağlam, davranışı samimi ve her konuda dürüst ve doğru olan insandan zarar görmek imkansızdır. Bu durumda olan kimselerin ekonomiye, bilime ve sanata katkıları da fazladır. Zira bütün enerjilerini, sorumluluklarını yerine getirme noktasında yoğunlaştırırlar.
Demek ki, tembelliğin, pintiliğin, asalaklığın ve sahtekarlığın dinimizle hiçbir ilgisi yoktur.
Evet efendim, bu bilinçte olmaya ne dersiniz?