İbrahim Halil Okuyan
27 Ekim 2011
Doğa bir bütündür ve inanılmaz bir Denge ile çalışır.
Bu dengeyi altüst edip, hayatlarımızı huzursuz ve mutsuz kılan bizleriz.
Evrensel düzeyde her şey yerli yerinde işleyen bir plan içinde yürür.
Çevrenize bakın, “Yaratılmış Hiçbir Şey Sebepsiz Değildir.”
Ve öylesine bir gelişim için oluşturulmamıştır.
Doğa da Denge vardır.
Bize düşen bu denge ve uyumu hayatımıza doğru şekilde adapte etmek ve dengeyi bulmak için doğayı zorlamak,
Sürekli kendimize göre biçimlendirmeye çalışmak yerine,
Onunla paralel bir düzende yürümeye gayret etmek olmalı.
Doğa en iyi Öğretmendir.
Çünkü doğada her şey olması gerektiği zaman, olması gerektiği kadardır.
Doğada Zorlama Yoktur.
Her Olay Doğal Seyrinde İlerler, Her gün kendini yeniler,
Çok yönlüdür, Engellere Takılmaz..
Gelelim Kentleşmeye;
Ülkemizde çoğu örnekte; Kentler Kendi Halinde Büyür.
“Kentsel Dönüşüm” ise ancak Doğal Afetlerle veya Savaşların Yıkıcı Sonuçları ile Gerçekleşir.
Anadolu’daki pek çok “Kentin Dönüşüm Hikâyesi” nin ardında; Depremler,
Yangınlar,
Sel felaketleri veya savaşın getirdiği yıkım vardır.
Kadercilik özelliğimiz,
Sadece kentleşme ve kentsel dönüşüm konusunda değil.
İnşaat kalitesini de doğal afetlerle test ediyoruz.
Yıkılmazsa kaliteli, yıkılırsa bozuk ve çürük…
Özetle; Felaketlere Endeksli bir “Yaşam Modeli” miz var.
Bir felaket oluşmadan doğru yolu bulmamız mümkün olamıyor.
Sözün kısası kentleşme anlayışımız bunca yıldır sel, yangın, deprem ve savaş gibi doğal ve sosyal felaketlere göre yön bulmuş.
Kentleşme konusunda ikinci büyük geleneksel engelimiz;
Daima “Kötü Yerel Yönetimlerin Yapılanması” olmuş.
Pek çok dönemde yerel yönetimlerdeki zayıflıklar doğrudan kentin yapılanmasına ve dönüşümüne yansımış.
Yerel yönetimlerin, Siyasetten ve Rantiye ilişkilerden etkilenmesi kurumsallaşmasını önlemiş.
Her gelen kendi döneminde kendi yandaş ve paydaşlarına bazı avantajlar dağıtmış, belediyeler her dönem seçimi kazanan parti ve grubun çıkarlarına göre yönlenmiş;
Sonuçta söz konusu Kent de; Plansız, Programsız bir yönelimle büyümüş.
Geleneksel Mimari
Gerek 1766 İstanbul Depremi, gerekse 1688 İzmir Depremi sonrasındaki yazılı belgeler incelendiğinde geleneksel tekniklere dayalı yapılaşma yönelimi olduğu anlaşılıyor.
Daha sonraki depremlere ilişkin sonuçlara bakıldığında ahşap iskelete dayalı geleneksel mimarinin depreme karşı dayanmakta başarılı olduğu görülüyor.
Araştırmacı-yazar Talha Uğurluel,
2. Beyazıt’ın, depreme karşı önlem olarak,
Yerin altında biriken gazı yerin üstüne vermek amacıyla,
Şehrin muhtelif yerlerine 2 bin deprem kuyusu açtırdığını belirterek,
“Osmanlı’da ahşap ev, fay hattı üzerinde bulunan İstanbul için bilerek tercih edilmiş. Osmanlı’da ahşap ev seçiminin de deprem yüzünden olduğunu” dile getiren Uğurluel, devamla;
“Osmanlı’da Ahşap ev, hem rutubetli olan İstanbul havası hem de fay hattı üzerinde bulunan İstanbul için bilerek tercih edilmiş.
Osmanlı’nın Ahşap eve yönelmesi, Gelenek ve Görenekten değil, Depremdendir.
İstanbul’da taşa hiç yaklaşmamışlar, hep Ahşap düşünülmüştür. Ahşap olunca da bu kez yangınla başları derde girmiştir.”
Bu kuyulardan birkaçının Eyüp civarında bulunduğunu kaydeden Uğurluel, “Bu kuyuların günümüzde suyu da yoktur.
Halk arasında dilek kuyusu diye adlandırılmıştır” diye konuştu.
Eski ve yeni yaklaşımlar
Bugün betonarme ve benzeri yaklaşımlar kullanıldığından ahşaba dayalı geleneksel mimarinin bazı özellikleri unutulmuş görünüyor. Anadolu-Türk mimarisi konusunda ciddi çalışmalar yapan uzmanlar bu tarzdan alınabilecek önemli dersler olduğunu ifade etmektedirler.
Tabii ki, geleneksel mimarinin üstün özelliklerinden söz etmek bugün kullanılan çağdaş yaklaşımlardan vazgeçilmesi anlamına gelmez.
Belki eski tarz ile yeni tarz arasında kaynaştırmalar yapılarak yeni yaklaşımlar üretilebilir.
Geleneksel yapı kültüründen edinebileceğimiz çok sayıda ders vardır ve bu konuda yeni çalışmalara vesile olmamız gerekir.
Bölge insanının yüzyıllara dayanan geleneksel birikiminden öğreneceğimiz çok fazla deneyim vardır.
Tarihi Yapılardaki Şaşırtıcı Deprem Uygulaması
Jeoloji uzmanı Ali Bayraktar tarafından kaleme alınan:
“Tarihi Yapı Temellerinde Uygulanan Deprem Sönümleme Sistemleri” başlıklı yazıda;
Anadolu yapı medeniyetini araştıran arkeologların, binlerce yıldır ayakta kalan tarihi yapıların temellerinde deprem sönümleme sistemlerinin uygulandığını belirledikleri vurgulandı.
Kâbe,
Agustus Tapınağı,
Ayasofya ve Süleymaniye Camisi’nin temellerinde de aynı sistemin kullanıldığı belirtiliyor.
Sistemin ilkeleri ve çalışması
Yazıda, sistemin ilke ve çalışması ile ilgili şu bilgilere yer verildi:
Sağlam zeminden itibaren kırık taşlarla tabaka tabaka örülen Temel tabakası sistem yer üstüne çıkınca,
“Düzleme Tabakası” ile sonlandırılmış.
Temelde kullanılan taşlarla mukayese dahi edilemeyecek büyüklükteki taşlarla oluşturulan Düzleme Tabakası ile yapı beden duvarlarına taban teşkil edilmektedir.
Bu tabakanın altında enine, boyuna ve dikine hiçbir bağlantı yapılmamaktadır.
Bu tabaka tam bir yatay derz oluşturmaktadır.
Hazreti İbrahim’in kurtuluşu anlatıldı
Hazreti İbrahim’in ateşe atılma hikâyesinin de ele alındığı yazıda, ateşin ortasına açılan Su kuyusundan yükselen buharla ateşin sönmesi ve Hazreti İbrahim’in kurtuluşu bilimsel olarak anlatılıyor.
Yazıda, “Kendisi için hazırlanan devasa ateşten kurtulan Hazreti İbrahim, gördüğü Rüya üzerine Mekke’ye yola çıkar,
Düşünde bildirilen su kuyusunun üstü açılır,
Ve böylece Kâbe’nin ilk yapılan temel taşlarına ulaşılır.
Hazreti İbrahim, kırık taşlardan oluşturduğu temelle bugün bile kullanılan “Allah’ın İlk Mabedi” ni yapar “denilmektedir.
Bu tekniğin en bilinen ve görülen uygulamasının İstanbul Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikili Taş’ın temeli olduğu,
M.S. 390 yılında dikildiği bilinen tek parça granit taşın, İstanbul’un önemli depremlerinde bile yerinden santim oynamadığı vurgulanıyor.
Anadolu yapı mühendisliğinin temelini oluşturan ve Osmanlı yapı standartlarına şekil veren bu keşfin,
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile unutulduğu belirtilen yazıda,
Modern deprem yapı mühendisliğinin eskinin buluşlarından ve tecrübelerinden yoksun, tarihi geçmişi olmayan bir bilim olarak yürütüldüğü görüşüne yer veriliyor.
Sanırım; Bu durum, Doğal Yaşam Çevresine Uyum Sağlamakla Yapay bir Çevre Yaratma Arasındaki Farktan Kaynaklanıyor.
Sözün Özü
“Doğayı Kendi Şartları Dışına Zorladıkça Kaybeden Biz Oluyoruz.”
Saygılarımla.
İbrahim Halil Okuyan
İnşaat Yüksek Mühendisi
26.Ekim.2011 Şanlıurfa