Ömer Ayaydın
15 Mayıs 2018
Vakt-i zamanında Urfa yöresi at yetiştiriciliğinin merkeziymiş. Atların cinsleri, seyislerin pirleri hep Urfa’dan çıkarmış.
Atlara meraklı bir bey de bu şöhreti duyup varmış Urfa eline.
Yalnız atlar değil insanlar da göz kamaştırıcıymış.
Nereye gitse izzet, ikram.
Ne rızkı eksik bırakılmış adamın, ne sohbeti ne de güler yüzü.
Adam masallar diyarında görmeye başlamış kendini, yabancı değil tanrı misafiriymiş Urfa’da.
Artık muhabbeti tamam edip, kendine göre de bir at bulduktan sonra dönmüş yurduna.
Yıllar yıllar geçmiş, bey o güzel memleketin özlemini duyar olmuş.
İşten güçten başını alamamaktan zamanın nasıl geçtiğini de anlamamış.
Artık dünyadaki günlerinin sayılı olduğunu fark edince, dünya gözüyle Urfa’yı bir daha görmek istemiş, tekrar koyulmuş yola.</span></div>
Fakat Urfa’ya geldiğinde, geldiği yerin Urfa olduğuna inanamamış. O eski mamur kentin yerinde yeller esiyormuş. Taş üstünde taş bile kalmamış.
Rastladığı insanlar eşekten beter atları ona eskisinden de pahalıya satmaya çalışıyorlarmış.
Bir eski günler geliyormuş gözlerine, bir de şimdiki halini gördükçe gözyaşları.
Viran hale gelmiş şehri dolaşırken bir kenarda, sanki dünyanın ilk gününden beri orada yaşıyormuş gibi görünen dermansız bir ihtiyar görmüş.
Hemen varmış yanına, “amca” demiş, “yıllar evvel burada çok güzel atlar, çok iyi insanlar vardı, şimdi eser kalmamış. nerede bu adamlar?” diye sormuş.
Amca da son nefesini verircesine bir sesle “Oğul, o iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler, gittiler, demirin tuncuna insanın pincine kaldık” demiş.