Mehmet Sarmış
30 Ekim 2021
Camiye vardığım zaman öğlen ezanı okunmak üzere idi. Avlu kapısından girer girmez öncekilerde olduğu gibi o güzel zaman tünelinden geçmişim hissine kapıldım. Taş döşeli küçücük bir avlu, küçücük ve çok eski bir cami, caminin son cemaat mahallindeki halılara oturup ezanı bekleyen altı yedi kişi. Yaklaşınca selam verdim. Birisi ile bir aşinalığımız vardı. Onun yanına oturup kendimi tanıttım. Aşıyı konuşuyorlardı. Birisi “Hangisi aşı daha iyi hocam diye sordu. “Alman aşısının Çin aşısına göre daha koruyucu olduğunu söylüyorlar.” dedim.
Ezan okununca namaza geçtik. Tek safta yaklaşık on kişi namazımızı kıldık. Ne kadar istesem de huşuyu yakalayamadım; zihnim hep mimaride, tarihte, gezip göreceğim yerlerde dolaştı durdu. Ve fakat çok mutluydum. İçim bana bu mutluluğu yaşatan Allah’a şükürle doluydu. Dua faslında, Allah’tan bu yürüyüşümün bereketli geçmesini diledim.
Çıkışta, cemaat hızla dağıldı. Buna karşılık kızlı erkekli 10’dan fazla çocuk Kur’an kursuna gelmişti. Birer rahle kapıp caminin giriş kapısı önünde oturmuş hocayı bekliyorlardı. Manzara çok hoşuma gitti. Zihnim zamanı hızla geriye sardı. İlkokula başlamadan önce Kamberiye Mahallesinde “Eşşe Hoca”dan ders almaya giderdim. Bu çocuklar gibi ama bunlardan daha çok çocukla birlikte her gün evin eyvanında böyle düzensiz olarak oturur, önce “halfe” dediğimiz okumayı daha iyi bilenlerden o günkü dersimizi okur, sonra sırayla hocamızın önüne geçerdik. O zaman çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Dersini iyi okuyan, bir sonraki dersini alıp yerine geçerdi. Güzel günlerdi. Günümüze döndüm. Çocuklara sevgiyle baktım. Birkaçı ile konuşmaya çalıştım.
Sonra, adının Halil Bağmancı olduğunu öğrendiğim hoca ile sohbete başladık. Yedi sekiz yıldır burada görevli imiş. Mahallede Urfalıların kalmadığını, yüzde yetmişinin Suriyeli olduğunu, söyledi. Niçin orada olduğumu söyleyince caminin tarihi hakkında bilgi vermeye çalıştı. Çocukların dersini aksatmamak için lafı fazla uzatmadım. Hoca, daha rahat fotoğraf çekeyim diye ışıkları yakıp beni yalnız bıraktı. Büyük bir özenle ve artık profesyonel duygular içinde her yönden fotoğraflar çektim.
Artık duvardaki levhalara daha dikkatli bakıyorum. Antalya’da yaşayan, telefonla ve mesajlarla tanıştığım ve “Bir Münzevi Hattat” başlığı ile biyografisini yazdığım Urfalı hattat Adnan Alpay, Eski Urfa camilerinin çoğunda Arabizade Behçet Efendinin eserleri olduğunu söylemişti. O yüzden gözlerim hep Behçet Efendinin imzasını arıyor. Nitekim burada da bir tane buldum. Doğu duvarının üzerinde ahşap çerçeve ile çevrili, camlı levhada “Ve hüve ala külli şeyin kadir” yazıyor. Daha sonra Adnan Beyin yazdığına göre “Celi (büyük) tarzda girift olarak meşk edilmiş özgün bir yazıdır. Hareke ve ufak yazılar eser-i kilki (direk kamış kalemle), büyük yazılar kalıp kullanılarak yazılmıştır. Estetik olarak harflerin kemale ermesi bakımından eksiklik vardır. Zaman süreci ve siyasi şartlar göz önüne getirilirse, Behçet Efendi, bu yazıları yazarken çok zor şartlar ve gelecek baskıları altındadır ve bu bağlamda epey sıkıntı çektiği görülmektedir.”
Hoca “şegirt”lerinin başına geçti. Ben de avluya çıkıp doğudaki küçük bahçeye doğru ilerledim. Adnan Alpay’ın dediğine göre 1980’lerde bu bahçede yazı yazmakta kullanılmak üzere kamış ekili imiş. Şimdi yoktu. Birer tane olmak üzere nar, asma, palmiye, çınar, zakkum vardı. Aralarından geçip mezarın başında durdum, önce bir Fatiha okudum. Fes başlıklı mezar taşı, yatanın “kalemiyye”den olduğuna işaret edebilir. Yine o yemyeşil ziyaret rengi. Yazılar oldukça yıpranmış, benim okumam çok zor. Daha sonra araştırdığım zaman bu zatın kimliği ile ilgili birbirinden farklı iddialar olduğunu gördüm. Aklıma Urfa’da bu işi en iyi bilen, emekli din dersi öğretmeni Mahmut Karakaş Hocaya müracaat etmek geldi. Kendisiyle yaptığım telefon görüşmesinden sonra Facebook’ta şöyle bir paylaşım yaptım:
“DEH DÜŞMAH”
Çoktandır duymadığım Urfa ağzına ait bu sözü, az önce telefonda görüştüğüm Mahmut Karakaş Hocadan gayet doğal bir şekilde duymak çok hoşuma gitti. “Deh düşmah/düşmek”, yani farkına varmak.
Bıçakçı Meydanındaki İmam Sekkaki Camiinin avlusundaki mezarın kime ait olduğunu sordum. Hoca; “O kadar sene o camiye gittim, heç deh düşmedim.” dedi. Yani o mezarın farkına varsaydım mutlaka ilgilenirdim demek istedi.
Bu hastalık (korona) olmazsa gidip görmek, üzerindeki yazıları okumak isterdim diye de ekledi. “Merak ettim, öğrenirsen bana da söyle” dedi.
İlim aşkı böyle oluyor. O yaşta, o şartlarda bile…”
Yazıya beklediğimin üzerinde bir ilgi gösterildi. Yorumların çoğu “deh düşmek” üzerineydi ama o zat ile ilgili olanlar da vardı. Çok geçmeden Mahmut Karakaş arayıp, üzerinde çalışmak üzere mezar taşlarının fotoğraflarını istedi. Ve aynı günün akşamında sevinç içinde bana geri döndü. Okuyuvermiş. Ertesi gün bunu da paylaştım:
“… Baş taraf şahidesinde “Bektaşi fukarasından Hasan bin Eba Abdullah” yazıyormuş. Vefat tarihi de Cemaziyelevvel 1215 olup Miladi Eylül 1800’e denk geliyormuş.
Ayak tarafındaki taşta bulunan dört mısralık şiirin ilk beyti de şöyleymiş:
“Derviş olan kişinin sözleri ibret olur.
Saliki hak olanın bir ahı bin rahmet olur”
Ben de çok sevindim tabii ve hocamızın şevkine hayran oldum. Allah kendisinden razı olsun.
Günün sonunda teknolojinin imkânları ve Mahmut Karakaş Hocanın gayreti ile tarihi bir gerçek ortaya çıkmıştı. Ne güzel!”
Mehmet Oymak Hocanın dediğine göre, mahallede bu Hasan Baba ile ilgili bir keramet rivayeti meşhurmuş.
Hasan Baba da İmam Sekkaki gibi Birecik’te yaşıyormuş. Belki de onun torunu imiş. Vefatına yakın bir miktar parayı birine emanet ederek, “Ben vefat edince defin işleri için sarfedersin.” demiş. Ancak vefat edince adam o parayı açıklamayıp bir garibanmış gibi başkalarından yardım istemiş. Tam gasil sırasında Hasan Baba doğrulmuş ve adama “Ver bakayım paramı.” demiş. “Sen emanete hıyanet ettin. Ben burada ölmüyorum. Gidiyorum.” Böylece Urfa’ya gelmiş. Bir müddet yaşadıktan sonra tekrar vefat ettiğinde de işte bu camiye defnedilmiş.
Günümüz insanları böyle şeylere pek inanmıyor, ama eskilerin dünyası, muhayyilesi bunlarla dolu.
Bu vesile ile Urfa’da Bektaşi bir damar olduğunu da hatırlamış oldum. Mahmut Hoca “Urfa’da Tasavvuf İzleri” kitabında, tekkelerin kapanmasından önce Bektaşiliğin, Urfa’da bilhassa Kısas’taki Aleviler arasında çok yaygın olduğunu ama sonraları tamamen ortadan kalktığını belirtip 19. Yüzyılda yaşamış olan İsmail, Marufî ve Muhammet Salih Yekta adlı Bektaşi şairlerden kısaca söz etmektedir. (Mahmut Karakaş, “Urfa’da Tasavvuf İzleri”, ŞURKAV Yayınları, 2017. Sf. 104-106)
Camiden ayrılırken Halil Hoca kalkıp hücresindeki dolaptan buz gibi soğuk ve tadı çok hoşuma giden bir bardak limonata ikram etti. Vedalaşıp ayrıldım.
Şimdi artık mahalledeki yürüyüşüme başlayabilirim. Başlama noktası olarak İmam Aslan Camiinin kuzeyindeki yol ağzını seçtim. Buradan başlayıp burada bitireceğim.
Yolun sağı Cami-i Kebir, solu Bıçakçı Mahallesi. Geçen seferki yürüyüşümde batıdan doğuya doğru yürümüştüm, bu sefer batıdan doğuya doğru yürümeye başladım.
Giriş, çarşıdan dolayı biraz kalabalık. Fakat biraz ilerledikten sonra ortalık tenhalaşıyor, ses seda kesiliyor. Bildiğin Eski Urfa… Daha önce dediğim gibi çarşı tarafı hariç bu mahalleyi daha önce hiç görmemiştim. Ve daha ilk adımda hissettiğim gibi gördüğüm en güzel mahallelerden biri. Uzayıp giden, kıvrılan, sağda solda tetirbelere açılan taş döşeli, daracık, gölgeli yollar… “Daracık” deyince de sık sık olduğu gibi aklıma hemen o meşhur türkü geliyor:
“Daracık sokakta yâre kavuştum.
Yar aşağı ben yukarı savuştum.”
Şair iki kısa ve sade mısrada Urfa’ya dair ne çok şey söylemiş? Sadece sokak yok, sosyal hayat var, kadın erkek ilişkisindeki mahremiyet var, aşk var, hüzün var, nezaket var, saygı var, utanma var, var da var… Bunları düşünürken içimde bir yerlerde o güzel türkünün nağmeleri de dalgalanıp duruyor.
Yenileştirme çalışmalarının büyük ölçüde bittiği sokaklar gerçekten çok güzel. Tarif edemeyeceğim kadar güzel. Ancak görmek lazım. Neresinden girdim, neresinden neresine geçtim bir anda kaybettim kendimi. Kaybolmaya alışkınım, ama kaybolmadım, daldım sadece. Sonra, sadece keyif çatmaya gelmediğimi hatırlayıp haritayı açtım ve planladığım yola girdim. Sağı Cami-i Kebir solu Bıçakçı Meydanı olan, güneyden kuzeye doğru uzanan Nabi Sokağa girdim.
Sokaklar numaralandırılırken önemine binaen bu sokağın ismi muhafaza edilmiş. Ancak büyük bir yanlışlık yapılarak “Nebi” yerine “Nabi” yazılmış. Belki de numaralandırmadan daha önce yapılmış. Basit bir harf hatası diyemeyiz. İzah edeyim. Nebi, daha doğrusu Nebih, biraz sonra bilgi vereceğim üzere Urfa’nın en önemli âlimlerinden biri. Tekkesi bu sokağın yukarılarında. O yüzden buraya onun adı verilmiş. “Nebi” değil de “Nabi Sokak” denilince, akıllara Urfa’nın çok meşhur bir başka ismi “Şair Nabi” geliyor. Ve bilmeyenler Alim olan Nebi ile değil de Şair olan Nabi ile ilişkilendiriyor. Bu durumu yetkililere duyurmak için sosyal medyada ayrıca paylaştım ki, kamuoyu sahip çıksın, yetkililer duysun da bir ihtimal değiştirsin diye…
hocam şairnabi den bahsettiniz camikebir mahallesinde şairnabinin doğduğu ev ile ilgli rivayetler var bu konuda inceleme yapabilirmisiniz basında izlediğim kadar fuat rastgeldi bu konuda bilgilere sahip