
K. Eren Akalın
27 Temmuz 2010
16 Kasım 2000,
Durmaksızın yağan bir yağmur var dışarıda,
İstanbul olanca hiddetiyle kışa hazırlanıyor;
Gökyüzü zifiri karanlık.
* * *
Geberircesine hastayım,
Soğuktan buz tutan bedenimi 3 yorgan ısıtamıyor,
Saat 16:00 gibi yarı baygın bir biçimde uyanıyorum,
İçimde manasız bir sıkıntı var.
* * *
Kısa bir süre sonra telefonum çalıyor,
Urfa’dan sevgili arkadaşım Şerif Bendaş arıyor,
“Ne var ne yok?”
-İyidir, biraz hastayım,
“Nerdesin?”
-Yurttayım,
“Ahmet Kaya ölmüş diyorlar, duydun mu ?”
* * *
İşte o andan itibaren tirtir titreyen bedenim soğuğu hissetmemeye başlıyor,
Hastalığımı falan unutuyorum,
Telefonu nasıl kapadığımı dahi hatırlayamıyorum hatta,
Bir anda 20 senem yitip gidiyor geçmişimden,
Onunla birlikte bir parça da ben ölüyorum,
Son noktayı ise Ahmet Kaya’nın onur timsali olan eşi Gülten Kaya koyuyor; “Türkiye’ye demokrasi gelene kadar Ahmet’in mezarı bu ülkeye gelmeyecek”
* * *
Şimdi ise şarkıları Mecliste Grup Toplantılarında çalınıyor,
Pişmalıktan değil, aymazlıktan,
Utanmıyor siyaset bezirganları,
Bir de sözüm ona salya-sümük ağlıyorlar,
Bense sadece gülüyorum,
Cesedi hala Paris’te sürgün yatan Ahmat Kaya’nın doyumsuz sesi ise kulaklarımda çınlıyor
“Bu Ne Yaman Çelişki Anne ?!”