URFA MEB’USU REFET BEY’İN YARGILAMASI - Urfa Hizmet HABERUrfa Hizmet HABER URFA MEB’USU REFET BEY’İN YARGILAMASI - Urfa Hizmet HABER

URFA MEB’USU REFET BEY’İN YARGILAMASI

Av.Müslüm C.Akalın

Özet: Osmanlı döneminde yüksek öğrenim gören az sayıdaki Urfalılardan biri olan Mehmet Refet Ülgen, tahsil hayatındaki başarısını memuriyette de sürdürmüş; İlk Öğretim Genel Müdürü iken 1924 yılında yapılan ara seçimde ve sonrasında 4 dönem üst üste Urfa milletvekili seçilmiştir. Siyasî görevinin yanı sıra, Maarif Cemiyeti’nin de (TED) 1935-1941 yıllarında başkanlığını yapan Refet Bey’in dürüstlüğü, hizmet anlayışı ve disiplini, ekonomik ve toplumsal gelişmeye yönelik yapıcı önerileri dile getirmekten çekinmeyen yapısı bazı çıkar çevrelerini rahatsız etmiş, kendisine yönelik suçlamalar neticesinde, yürütülen Anayasaya ve kanuna açıkça aykırı bir kovuşturma süreci sonunda tutuklanmıştır. Yargılama aşamasında suçlamaların gerçek dışı olduğu belirlenmiş, masumiyeti anlaşılan Refet Bey beraat etmiştir. Suçlama ve yargılama sürecini ayrıntılarıyla hikâye eden bu yazı, dönemin sosyo-politik yapısını da gözler önüne seren adlî süreçle birlikte bizlere bugünü de anlamakta yardım edecektir.

*****

Urfa’nın Arapmeydanı Mahallesi’nin Doğu sokağındaki 11 numaralı evde Abacı Eyüp ve Adle’den, 13 Nisan1888 tarihinde doğmuş olan Refet Bey, ilköğrenimini Urfa İptidaî Mektebi’nde, orta öğrenimini Urfa Rüştiye Mektebi, Urfa Liva İdadîsi ve İstanbul Mercan İdadîsi’nde sürdürmüş ve ‘âliyülâlâ’ (pekiyi) dereceyle mezun olmuştur.  Kasım 1913’te Maliye Mektebi Hazine Şubesi’nde de eğitim görüp yine pekiyi derece ile diploma ile Yüksek Öğretmen Okulu ve Darülfünun Fen Fakültesi Matematik Şubesinden doktora derecesini almıştır[1].

Ziraat Bankası memurin kaleminde başlayan memuriyet hayatı (1909) Şam Sultanî Mektebi matematik muallimliği ve müdürlüğü (1911-1915), Balıkesir Lisesi müdürlüğü (1919-1920), Aksaray Maarif müdürlüğü (1921), Adana Lise müdürlüğünden (1922) sonra Maarif Vekâleti İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’nde (1922-1925) sona ermiştir. Son görevindeyken, II.Dönem Urfa Meb’usu Hüsrev Bey’in[2] Budapeşte Büyükelçiliği’ne atanması nedeniyle Meb’usluktan istifa etmesi üzerine Aralık 1924’te yapılan ara seçimlerde 327 oy alarak Urfa Meb’usu seçilmiş[3].  III, IV, V, VI. dönemlerde de bu görevi sürdürmüştür.


[1]TBMM âza-yıkirâmına mahsus muhtasar tercümeî hal varakası, Refet Ülgen, Devre: 2 ve Devre: 4, Sicil: 639; Abdülvahab Sağır, Osmanlı Bürokrasisinde Urfalı Memurlar. Sf. 95.[1] Hüsrev Gerede: (1884-1962). Edirne doğumlu, Harp okulu mezunu. Birinci Dünya Savaşı’nda Şark Cephesi’nde çalıştı. İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçerek Trabzon Milletvekili olarak Türkiye BüyükMillet Meclisine katıldı. Anadolu’daki Millî Harekâtı önlemek için çıkartılan isyanlardan biri olan Bolu isyanındaki üstün hizmetleri nedeniyle Atatürk tarafından, kendisine Gerede soyadı verildi. TBMM Albümü 2. Yasama Dönemi, sf. 121.

İlk Meb’usluğundan itibaren özellikle memleketin eğitim sorunları üzerinde önergeler verip konuşmalar yapmıştır[4]: Osmanlı Devleti’nden başlayarak yıllara göre eğitim-öğretim istatistikleri vasıtasıyla yıllar içerisinde eğitim, okullaşma, öğretmen ve öğrenci sayıları üzerinden nasıl bir değişim gerçekleştiğini ortaya koyan Refet Bey, Türkiye’nin en önemli meselesinin eğitim olduğunu dile getirerek bu meselenin çözümüne, ihtiyaç duyulan kaynakların nasıl ortaya çıkarılacağına, ilköğretimin yabancı okullarda yapılmasının önlenmesine ve benzeri hususlara dair çok sayıda eserleri, konuşmaları ve  önergeleri vardır[5].

Refet Bey, 1924 (araseçim), 1927, 1931, 1935 ve 1939 yılları arasındaki Urfa Meb’usluğu yanında 15 Kasım 1935-24 Nisan 1941 tarihleri arasında kurucularından bulunduğu Türk Maarif Cemiyeti Başkanlığı, Halkevleri Müfettişliği[6] ve Türk Dil Kurumu Merkez Kurulu üyesi olarak görev yapmış[7], Soyadı Kanunu yürürlüğe girdikten sonra eski Türkçe’de “yüce, ulu” anlamına gelen Ülgen soyadını almıştır. 27 Ekim 1964 tarihinde vefat eden Mehmet Refet Ülgen, Evli ve 5 çocukludur[8].

*****

Maarif Cemiyeti Başkanlığı görev süresi içinde sayısız hizmetleri olan ve 1941 yılında hakkındaki bir suçlama sonucu yolsuzluk ve suiistimal iddiasıyla mahkeme önüne çıkmak zorunda bırakılan Refet Bey, isnat edilen suçtan beraatından bir süre sonra suçlamaların içyüzünü anlattığı bir kitap[9] yazmıştır. Refet Bey’e göre, iftira nitelediğindeki bu suçlamaların hedefi, onun Cemiyet Başkanlığından uzaklaştırılması; nedeni ise kişisel hınç ve paralı işlerde Cemiyet çıkarı dışında başka işlere izin vermemesiydi.

Ankara’da bir okul binası dahi olmayan Cemiyet’e yaptırılacak iki kolej binasının (600.000 TL) tutan ihale bedeline razı olmayıp emanet usulüyle (225.000 TL) sına yaptırmayı başarması bunlardan biriydi.

Bakanlar Kurulu Kararı ile resmî ilânların neşrine aracılık hakkı Türk Maarif Cemiyetine bırakılmışken ilân işinin bu alanda kurulmuş bir şirkete bırakılmasına karşı mücadelesi, bir diğeriydi. Cemiyete verilmiş olan ve memleketin kimsesiz, fakir çocuklarının okumalarını[10], yur­da faydalı birer insan olarak yetişmelerini sağlamaya yarayacak olan bu gelir kaynağının, -çeşitli engellerle karşılaştığı uzun bir mücadele sonucunda- Cemiyet’e teslim edilmesiyle bu işten geliri yılda (2000) lira olan Cemiyetin toplam geliri yılda (60.000 TL.) sına çıkmıştı.

———-

[1]Refet Bey’in seçim tutanağı için bkz. TBMM Arşivi, Devre 2, Sicil No: 639.
[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. İdem, Tekin, II. Dönem Urfa Milletvekillerinden Mehmet Refet (Ülgen) Bey’in Hayatı ve Meclis Faaliyetleri, Tarih ve Gelecek, 4/2 (2018), s. (55-74).
[1]Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Muamelat Genel Müdürlüğü, 28/12/1925 t. 7-43-27; 09/12/1925 t. 143-23-20; 04/05/1926 t. 3-14-14.: Eserleri: Üç cilt Hesap, Hesap, Nazarî Hesap, Fennî Eğlence, İçtimaî Hasbıhal ile İftira adlı kitabında yayınlanacağını belirttiği İzahlı ve Resimli Matematik Terimleri (Türkçe-İngilizce, Fransızca, Almanca Osmanlıca), Sıfır (sıfır hakkında uzun ve esaslı bilgi), 19 yıl milletvekilliğinde edindiğim esinler, Dünyanın Sonu (Kıyamet ve Fen) , Hayatım ve Hatıralarım, Bizde Terim İşleri, Gerçeği Söylemeden Çekinme Zihniyeti.
[1]Cumhuriyet Gazetesi 24 Mayıs 1938.
[1] Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Koleji Yıllığı (1939-1940) Ankara 1940; Cumhuriyet Gazetesi, 7 Eylül 1936, sf.7
[1]TBMM Albümü 2. Yasama Dönemi, sf. 121. Çocuklarından Gültekin ve Muazzez evlenmemişler, Mühendis Fethi Ülgen Sivil Havacılık tarihinin efsane ismi Vecihi Erkuş’un kızı Perran Hürkuş ile; Mühendis Aytekin Ülgen, NurhayatBergen ile; Aliye Ülgen, resim öğretmeni Şinasi Barutçu ile evlenmiştir.
[1]Refet Ülgen, “İftira: Oynanan ve Oynatılmak İstenilen Bir Facia’nın İçyüzü” İstanbul 1947:

—————–

Cemiyetin gelir kaynaklarından bir diğeri de her yıl tertip etmekte oldu­ğu eşya piyangosunun biletlerinin satışından elde edilen paralardı. Cemiyetin eşya piyangosu işine ait hizmet ve vazife doğrudan doğruya Muhasebeciye aitti. Bi­letlerin sevk ve idaresi, hesaplarının tutulması ve her türlü işlemin düzenlenmesi bakımından biletlerin muhase­beciye emanet, tevdi ve teslim edilmesi, Cemiyet İdare Heyeti tarafından kabul edilmiş olan talimatnamenin emri olmakla bu usul, Cemiyetin ku­ruluşundan bugüne kadar aralıksız şekilde uygulanıyordu. Cemiyetin 1939 yılı eşya piyangosu hâsılatından geliri (20.000 TL.) olmuştu.

Cemiyet işlerinde faydalı çalışmalarda bulunanların fotoğraflarını içine alan, Cemiyetin tarihini ve hizmetlerini gösteren büyük bir kitabın yayınlanması[11] da ayrıca kimilerinde rahatsızlık doğurduğu gibi Cumhuriyet ve yurt aleyhine çalışmaları belgeli olanların Cemiyette çalıştırılmaması ve işten çıkartılmalarını istemesi de bunların memnuniyetsizliğine, kişisel hınçlarına ve aleyhine delil üretmede işbirliği yapmalarına sebep olmuştu.

Ama Refet Bey, kendisine atılan iftiralara Devlet’in ve Savcılığın usulsüz işlemlerle katılıp örtülü şekilde destek vermesinin başlıca sebeplerinden birinin de 01/11/1940 tarihinde üst makamlara verdiği bir dilekçe olabileceği hissindeydi. Uzun bürokrasi ve siyasi tecrübesine dayalı gözlem ve önerilerini; Maarif konusundaki çalışmalarından iltifat ve sitayişle bahsederek kendisini teşvik etmelerinden de cesaret alarak Başvekil Refik Saydam’a ve Parti Genel Sekre­teri Fikri Tüzer’e verilmek üzere bir dilekçeyle sunan Refet Bey; “Partiyi, Cumhuriyet Hükümetini, Milleti ilgilendiren meselelere ait duyduğu, işittiği ve gördüğü şeylerden bir kısmını olsun yüksek katlarına bildirmeyi bir borç bilmekte olduğunu” belirterek, “kalbiyle, ruhuyla, bağlı bulunan bir partili sıfatıyla” yazdıklarının hoş karşılanmasını ister ve okuyanda geniş çağrışımlar uyandıran tespitlerini sıralar:

*Böyle buhranlı zamanlarda halka olabildiği ka­dar açık ve geniş malûmat vermeliyiz. Yani halk muhtaç olduğu bilgiyi bozgunculardan değil hükûmetinden, partisinden, meb’uslarından ve büyüklerinden işitmeli ve ona itimat etmelidir.

*Parti işlerimiz istediğimiz şekil ve ayarda işle­memektedir. Yani ruhuyla benliğiyle, bilgi ve inancıyla partiye bağlı insan yetiştirilememektedir. Yetişmiş olanların da kötü kimselerin çekememezliği ve idaresizliği yüzün­den bazı hasis emeller uğruna feda edilmekte olduğu söylenmektedir. İktidar mevkiinde iken herkes partili olabilir. Fakat o mevkiden düştükten sonra ve hatta felâketli anlarda da partili olduğunu söyleyen, o duyguyu muhafaza eden ve edecek olan partili adamlar yetiştirmelidir. Bu da inançla, emniyet ve itimat telkiniyle olur. Hülâsa, partiye bağlılık bir anlayışın ortaya çıkar­dığı gelişi güzel bir şey değil; bilgi, aşk ve sevginin yarattığı bir inancın mahsulü olmalıdır. Bu noktaya çok önem verilmelidir.

——————

[1]Mesela 1940 kuşağının ünlü şairlerinden Arif Damar da kimsesiz çocuklar arasında Refet Bey tarafından bu okula kaydettirilmiştir. Bkz. Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım 2000, sf.13.
[1]Refet Ülgen, Türk Maarif Cemiyeti 1928-1940 Çalışmaları ve Yaptıkları Yardımlar. Ankara 1940

*Böyle dar zamanlarda halkı endişeye düşüren şeylerden biri de yiyecek maddeleridir. Buna çok önem vermek ve halkın ihtiyaçlarını temin edecek tedbirler almak gerektir. Anadolu’nun birçok yerlerinde şehirli ve köylü halk, bir senelik yiyeceklerini toptan alırlar; bir sene bununla iaşe olunurlar. Bu hem iktisadî hem de içtimaî güzel bir usuldür. Toprak Ofisi’nin buğday ve sair hububata el koy­ması iyi bir şey olabilir. Fakat bu, halkın ihtiyaçlarını gör­mek ve temin etmek şartıyladır. Halbuki iş aksi olmak­tadır. Halk bundan sızlanmakta ve şikâyet etmektedir. Duyduğuma göre bazı yerlerde ekmeklik ve tohum­luk buğday dahi bulunmamaktadır. Bu hal vaki ise önüne geçmek ve derhal tedbir al­mak gerektir. Çünkü bu halin devamı memlekette hoş­nutsuzluğu artırır; günün birinde istenmeyen fenalığa sebep olabilir ki, bu, başta Millî Şefimiz olmak üzere Büyük Millet Meclisinin arzusuna uygun düşmez. Bu ci­heti de hükümetimizin yüksek görüşüne arzetmeyi fay­dalı buldum.

*Memleketimizdeki pahalılık dünyanın çok tara­fında ve hatta harp eden memleketlerde dahi görülme­mektedir. Teessüfe lâyık olan bu durum herkesi, özellikle, memur sınıfını günden güne kötü bir duruma sokacaktır. Bu halin devamı memurlar arasında giyim ve yiyim darlığını çoğaltacak, onları istemedikleri kötü yola sürüklemek olabilirliğini ortaya çıkaracaktır. Her şey birkaç katı arttığı halde memurlar için bir şey düşünülemiyor. Bu pahalılık bundan sonra da daha ziyade ken­disini gösterecek, değişmez gelirlileri ezecektir.

Memleketin nizamı, asayişi, her şeyi bunların   elinde­dir; istemeyerek, arzu etmeyerek fakat zaruretin, ihtiyacın derin etkileri altında bunlar bozulabilir; işte o zaman önüne geçilemez bir kötülük, yıkıcı bir hava ile karşı­laşmak ihtimali vardır. Memurların maaşına muayyen bir miktar zam yap­makla da tamamen bunun önüne geçilemez. Daha başka çare düşünmek gerektir. Emekli, dul, yetimler de aynı haldedir. Bunlara, yiyecek, giyecek gibi zorunlu şeylerin ucuz fiyatlarla temini, maaşa yapılacak zamdan daha etkili olur kanaatindeyim.

Medeniyet âleminin bihakkın takdirini hazanmış olan hâkimlerimizi de düşünmek onları her türlü ihtiyaç­lardan kurtarmak, yurtta adaletin dağıtımı bakımından çok zarurîdir. “Mülkün, idarenin, muvaffakiyetin esası adalettir.”sözü ne kadar yerindedir. Adalet olmayan memle­kette, keyfe, arzuya veya verilen direktiflere göre hükmedilir. İşte bu gibi yerlerde ilerleme, yükseliş olamaz. Bu gibi yerlerde ya inkıraz veya inkılâp muhakkaktır. Onun için bilhassa   hüküm veren   hâkimlerimizi her zaman, özellikle böyle zamanlarda çok düşünmeli ve ge­reken tedbirleri vakit geçirmeden almalıdır.

* Kâğıt   paranın   günden    güne   düşüşü de göz önünde tutulacak bir meseledir. Devletin kredisi, ulusun serveti ve itibarı demek olan paranın çok düşmesi iyi olmasa gerektir. Geçen harpte bile bir altın en çok dokuz liraya ka­dar yükselmişti. Felâketle, mağlûbiyetle neticelenen bir devirde bile bu kadar düşmeyen paranın bugünkü düşüşü herkesi düşündürdüğü gibi hayat ve pahalılık üzerinde de etkisini göstermektedir. Bugün bir altın (Reşadiye) takriben (26) liradır. Bu­nun daha fazla düşmesi ihtimali de çoktur. Bu gidişle bir madenî altının 30-40 liraya kadar yükselmesi bek­lenebilir. O zaman hayat pahalılığı bugünün birkaç mis­line (normal hayatın ise 5-10 katına) yükselir. Bugün­kü durum böyle bir halin olabileceğini göstermektedir. Eşya fiyatlarındaki yükseliş para değerinin düşüşünün doğal bir sonucudur. Bu husustaki fazla izahatı maliyeci­ler ve iktisatçılara bırakıyorum: Ben ancak yalnız hü­kümet ve partimizin nazarı dikkatini celp etmekle yetiniyorum.

*..İkinci Dünya Harbi’nde yurdumuz ve ulusumuz için bazı faydalar temin edilebilir sanıyorum. Meselâ hudutlarımızın sağlam, esaslı ve her türlü saldırıdan uzak kılacak bir şekilde düzeltilmesi ola­bilirliğini temin etmenin kabil olacağını umuyorum. Bu­nun için ne harbe girmeye, ne de fazla emek sarfetmeyegerek yoktur. İş böyle olmakla beraber hayat sahamı­zı temin hususunda hükûmet uygun göreceği zaman­larda Müttefiklerimizin yanı başında son koz olarak çar­pışmayı da göze alabilir. Bu benim şahsî kanaatimdir. İcra Vekilleri, Büyük Millet Meclisinin ve dolayısıyla Türk Milletinin vekilleridir, onlar adına hükümet icra ederler. Onun için bilhassa önemli ve büyük işlerde söz Büyük Millet Meclisinin ve Türk Milletinindir. Çünkü hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir. Buna hür­met hepimizin borcu ve vazifesidir. Vekil asilin üstü değildir. Milletin arzu ve istekleri içinde hareket etmek üzere onun tarafından seçilmiş olup onun emri ve direktifi ile hareket etmeğe mecburdur.

*Türkiye’deki eşya pahalılığı çok yükselmiştir. Buna mâni tedbirler alınabilir ve alınmalıdır. Şeker fiyatlarına zam yapılacağı halkın ağzında geziyor. Bu, yapılmamalı. Her şey üzerinde tesirini gösterir, iktisadiyatı sarsar, halkı ezer ve netice olarak da hükü­mete karşı halktaki güveni gevşetir. Bununla beraber hükûmete de esaslı bir kâr temin etmez ve edemez, fa­kat zararı genel olur. Meb’uslar fert fert tamamen böyle zamların aleyhindedir. Fakat iş müzakereye kondu mu yani toplu bir hâl aldı mı ses çıkarılmıyor. Bu da mâ­nâlıdır, dikkate lâyıktır. Meb’usların susması değil, söylemesi iyiliğe delâlet eder. Güya aleyhte bulunanlar, mimleniyormuş gibi doğru veya yanlış bir zihniyetin hüküm sürmesi Halk ara­sına kadar yayılmış olan bu zihniyet, itimat ve güveni azaltabilir. Benim bildiğim Kamutayda, fikir hürriyeti, konuşma hürriyeti; gör­düğünü, bildiğini söyleme ve anlatma hürriyeti vardır. Bunu hiç kimse takyit edemez ve etmemelidir: Teşkilâtı Esasiye’miz bunu kâfidir. Herhangi bir düşünce ile kendini bu haklarından mahrum eden bir kimse bununla maddî ve manevî mesuliyetten kurtulamaz. Partime, hükümetime, yurda hizmet eden büyük şef­lerime ve nihayet Türk Milletinin varlık ve hayatına sarsılmaz sevgi ve bağlılığımdır ki bu hususta kısmen olsun açık maruzatta bulunmayı faydalı gürdüm. Mazur görülmemi ve sözlerimin samimiyetine bağlanmasını ay­rıca dilerim.

*Dolaşan şayialardan birisi de bazı yetkililerin ecnebi kadınlarla gayrimeşrû hayat yaşadıklarıdır ki bunun devlet güvenliği bakımından sakıncası tartışılmaz.

*Her zaman, özellikle bugün, milletlerin varlı­ğı, askerî ve sanat tekniğine verecekleri değere bağlıdır.Batı teknik ve medeniyetini kendine mal edemeyen uluslar için ergin ve özgür yaşama hakkı zorlaşır. Daha açıkçası varlığı bile tehlikeye düşer. Onun için çok önem vereceğimiz bir iş varsa o da garp teknik ve medeniyetini almak hatta daha ileri gitmektir.

*Büyük Millet Meclisi, bir inkılâp meclisidir. Daha bir müddet böyle olması belki gerekli görülecektir. Bu mukaddes Kamutayın[12] içine; inkılâba aleyhtar olmuş, yurtsever mücahitlerin aleyhine kararlar almış veya kararlar aldırmaya sebep olmuş, hatta fiilen veya kavlen ulusal savaşa aleyhtarlık etmiş olanların milletvekili olarak girmesine, Kamutay üyesi sıfatını almasına engel olmalıdır.

———–

[1] TBMM

————

*Tehlikeli anlarda kanlarını akıtan; geniş za­manlarda ise yurdun ve yalnız yurdun ve insanlığın sa­adetine çalışmadan başka hiçbir emelleri olmayan mem­leket çocuklarıyla görüşmeler yaparken bunların içlerini sıkan bir üzüntünün istemeyerek dudaklarından aktığını seziyordum. Bu üzüntülerine sebep de yanlış veya doğru yanlış düşünceli bazı kimselerin iş başına gelmeleri, hatta bazı mühim mevkilere geçerek her vesile ile memleket ço­cuklarına nefes aldırmamalarıdır. Bir zamanlar bu durum, mahut saltanat devrinin yı­kıcı, öldürücü siyaseti idi. Bu hal o saltanatla beraber yıkıldı gitti. Cumhuriyetimizin koyduğu ve koyacağı prensipler, eşit şartlar altında milletin kendi mukadderatına hâkim olmasıdır. Böyle olması da doğal bir haktır.

*Bir ulusun bir yurdun yükselişinin en büyük etkenlerinde birisi de çocuklarını, ortak ve belli bir amaca yöneltmek, gençlik teşkilâtını kuvvetli ve sarsıl­maz bir esas üzerine kurmaktır. Yarının birer iş adamı olan bugünün çocukları, belli bir yöne yönetilmezse birlik sağlanamaz. Çubuk yaş iken eğilir derler. Bu ne kadar doğrudur. Bu her inkılâpta olduğu gibi bizim inkılâbımızda da biraz unutulur gibi oldu. Büyüklere, saygı; küçüklere şefkat yoksullara yardım duygusu azaldı;gittikçe de azalıyor. Her şeyi attık fakat yerine bir şey koyamadık. Bu, bütün Türk çocuk­ları, hatta insanlık arasında imrenilecek bir yol olmalı, hepsi o yolun yolcusu, inanıcısı bulunmalıdır.Daima genç, da­ima kuvvetli, daima uyanık ve daima birlik olarak yaşayalım; bir amacın bir ereğin ortak yolcusu olarak ayni hedefe koşalım, işte bütün maruzatım ve dileğim budur. Bu yazılarımla siz büyüğümü rahatsız ettiğimden bağışlanmamı diler, saygı ile ellerinizden öperim.  1.11.1940

———–

Urfa Saylavı[13]Refet Ülgen

————

Refet Bey verilen dilekçeden sonra işlerin bozulduğunu hisseder. Hükümettekilerin ona karşı davranışları değişir gibi olur, tatlı yüzleri biraz ekşimeye, kaşlar azıcık çatılma­ya başlar. Maarif Ce­miyeti İdare Heyeti üyelerinden olan Başbakanlık Müsteşarı Vehbi Bey, raporu verdikten sonraki günlerde “bunu vermeseydik daha iyi olurdu” der.

Refet Bey 1941 yılı Nisan ayı içinde, görevle İstanbul’da iken çağrıldığı Ankara’ya dönerek görüştüğü Başvekilin; “Sizden rica ediyorum. Maarif Cemiyeti Başkanlığın­dan çekiliniz.” sözleriyle karşılaşır. “Hay, hay çekilirim, fakat neden?” sorusunun cevabını almadan Başvekil “teşekkür ederim” der. VeRefet Bey, Türk Maarif Cemiyeti Merkez Yönetim Kurulu’na sunduğu 24.04.1941 tarihli dilekçeyle, “sıhhî durumu dolayısıyla” önce Merkez İdare Heyeti Başkanlığından, bir süre sonra da yönetim kurulundan istifa eder.

*****

13 Ekim 1941 tarihli Tasviri Efkâr Gazetesi’nin ilk sahifesinde iri harflerle “Türk Maarif Cemiyeti Müesseselerinde Geniş Bir Suiistimal” başlıklı bir haber yayınlanır. Artık aleyhindeki propaganda Ankara’nın her tarafına yayılmış Meclis koridorlarına kadar sokulmuştu.

Ona göre, bundan sonra iş tamamen iftira eden ve etti­renlerin elinde kalmıştı. Artık, aleyhine serbest olarak suç uydurma ve uydurtmalara başlamışlardı. Dosyalar tahrif ediliyor, hakikî mazbatalar ortadan kaldırılıp yer­lerine adi kâğıtlar konuyor, yalanlarla müfettiş raporları şişirtiliyordu. Ama o gerçeğin mutlaka ortaya çıkacağına emindi.

———–

[1]1930’lu yıllarda bir süre milletvekili karşılığı olarak kullanılmıştır.

———-

Türk Maarif Cemiye­tinden ve Türk Dil Kurumundan çekilme dilekçelerini bir akşam önce yazmış ve gözyaş­ları içinde birkaç defa da okumuştu. Yazdığına göre, “..Gece yarısı ol­muş, her taraf sessiz, sedasız idi. Herkes uykuya dalmış, yalnız ben Ulu Tanrım ile başbaşa kalmıştım. O büyük kudretin yüksek katında Secde-i Rahman’a kapanarak ondan aşağıdaki dilekte bulundum. “Ey Ulu Tanrım sen her şeyi görüyor ve biliyorsun, iyilerin ve kötülerin tanığısın. Doğruluğum, suçsuz oluşum sence bellidir. Bana bu zulmü, bu işkenceyi yapmak is­teyen ve yaptıranların, ne maksatla bu kötülüğü yapmak istediklerini de biliyorsun. Bunların hakkından ancak sen gelirsin. Büyüklüğün, varlığın buna yeterdir.”.

“O gece hafızasında canlanan şu mısralar dudaklarından taşıp karanlıklara karıştı:

“Zâliminrişte-i ikbâlini bir âh keser

Mani’-i rızk olanın rızkını Allah keser” mısraları, baskı yönetimlerinde söndürülen ve söndürtülen ailelerin ahının, dü­şüncesiz yöneticilerin felâketini çabuklaştırdığını anlatıyordu.

“Çün kalem derdesti gaddaribüved

Lâceremmansurberdaribüved

Çünsefihan rast inkâr ve kiya

Lâzım ametyaktulûnel enbiya” mısralarının mânası; “Kalem, iş, hüküm, gaddarların elinde olursa, kötülüğe meydan vermeyen, doğru çalışan, başarılı kimse (mansur) şüphesiz ipe çekilir. Ve bunu haklı göstermek için vak’alar, cürümler ihdas edilir. Sefihler, kötü ruhlu insanlar iş başına geçince, o gi­bilere göre, Peygamberlerin bile katli lâzım gelir” idi.

“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete

İstikamet mahzâ cinnettir bu mülki millete” mısraları dilinde dolaşırken Arapçada başka bir beyit hatırına gelir: Asil, necip ve kerim bir adama ikrâm edersen, iyilik yaparsan, o sana kul olur. Gördüğü iyiliğin altında kal­mamak için candan çalışır. Eğer mayası bozuk, hain ve lâin bir adama iyilik eder­sen o, melûn kötülüğünde inat eder yani gör­düğü iyiliğin birkaç katı fenalık etmeğe çalışır. Çünkü sütü bozuktur, o gibilere iyilik yaramaz. İtteki şerre men ahsenteileyh (iyilik ettiğin adamın şerrinden sakın) sözü, bu gibiler hakkındadır

Artık saat gece yansını çok geçmişti. Beni çevreleyen bu durgun hava içinde sabahı etmiş, bulunduğum yerde uyuya kalmışım. Ulu Tanrımın, suçsuzların intikamını alacağından emin bulunarak yerimden kalktım, doğruldum, çok çalışmanın, hem de parasız didişme­nin böyle bir sonuç getireceğini ne ben, ne de başkaları aklına getirmemişti. Bundan her halde aziz Cumhuriyetimizin manevi varlığı da sızlamıştır. “Büyük Kudret Ulu Tanrı bu gibileriihmal etmez, fakat imhal[14] eder.” Bunun da sebebi vardır. O gibileri daha kötü âkıbetlere uğratmak için bekler”.

————–

[1]İmhal: Acele etmemek, sonraya bırakmak.

Cumhuriyet Savcılığında

Refet Bey bir gün bazı misafirler ile evde oturup konuşurken tele­fonu çalar. Telefondaki Savcı kendine özgü bir nezâketle kendisiyle görüş­menin mümkün olup olmayacağını sorar, o da “Hay hay,ne zaman isterseniz görüşebiliriz.” der, telefonu kapatır. Yarım saat sonra yine telefon çalar, arayan yine Savcıdır. “Ya­rın mümkün müdür?” sorusuna, “olur” diye cevap verir. Telaşlı ve birbiri ardınca yapılan bu iki telefon ko­nuşması, oturanları da meraka düşürür. Fakat bu çağırılışın aleyhe bir zabıt tutmak için olduğu hatırından geçmez. Çünkü Cumhuriyet devrinde böyle bir şeye ihtimal veremezdi. Çünkü, Ekim ayı idi, henüz Meclis açılmamış ve yasama dokunulmazlığı kaldırılmamıştı.

Ertesi gün Adliye Sarayına gitti, Savcının bulunduğu odada bir kanepeye oturdu. Savcı, yardımcısı Kemal Bora’yı çağırttı; o da geldi. Ona Cemiyet işleri hakkında hiçbir izahat vermedikleri gibi esaslı bir şey de görüşmediler. Savcı yalnız “Cemiyet piyangosu nasıl düzenlenir ve kim­ler uğraşır?” diye bir soru sordu, o da cevap olarak “İdare Heyeti kararıyla çıkarılmış talimatnamesine göre düzenlenir; bu işlerle yine İdare Heyeti kararıyla seçilmiş bir komisyonun nezareti altında Cemiyet Muhasebecisi, Merkez Müdürü uğraşır” dedi.

Aleyhinde bir zabıt tutmak için evinden çağrılmış olduğunu mahkeme sırasında eline geçen ve Savcı ile yardımcısı Kemal Bora’nın imzalarını taşıyan, gerçekle hiç ilgisi olmayan, asıl ve esastan uzak zabıt varakasın­dan anlar ve hayret eder: Savcılık Anayasa’nın 17. maddesini ihlâl etmişti[15]. Ana­yasaya aykırı hareketin büyüklüğü sonradan anlaşılıp tevil edilmek istenmişse de mahkeme dosya­sında imzalarını taşıyan açık evrak hiçbir tevil götürmeyecek kadar açıktı. Bir Meb’us herhangi bir Savcıya gitse, “hakkımda zabıt tutunuz” diye bizzat kendisi dahi istemiş olsa Anayasanın bu açık hük­mü karşısında ellerini süremezler, ne zabıt tutabilirler, ne de başka bir şey yapabilirlerdi. Bu hal adlî tarihimizde iyi karşılanmayacak bir olay­dı ve hatta demokrasi ile yönetilen yerlerde kabine buhranını bile doğurabilecek kadar önemliydi.

Mahkeme dosyasında bulunan ve altında Ankara Cumhuriyet Savcısı Cemil Altay ile Ankara Cumhuriyet Savcı Muavini Kemal Bora’nın imzaları bulunan ifade tutanağının sonuç kısmı hukuk tarihine geçecek kadar etkileyici ve ilginçti:

“…hulâsa, (Refet Bey) ele alınan hâdiselerin hiç birisinden haberdar olmadığını söylemiş ve başkaca bir mütalâa dermeyan edeme­mekle beraber renginin tedricen sararıp solduğu, hatta kalbindeki darbenin şiddetinin dahi bariz surette hissedil­diği tespit olunmuştur. Saat 11:45, Salı, 14 Ekim 1941.

Bu tarih Refet Bey’in TBMM’de dokunulmazlığının kaldırıldığı 23 Ocak 1942 tarihinden yaklaşık 100 gün öncedir. Yani Anayasaya aykırılık sabittir.

Yasama Dokunulmazlığı Kaldırılıyor

Bir gün Refet Bey İhzarî Encümen’den çağırıldığını ha­ber alınca hemen gider.

————-

[1]Nisan 1924 t. 491 sayılı Anayasa, Madde-17:“Hiçbir Meb’us Meclis dâhilindeki oy ve mütalâasından ve beyanlarından ve Meclisteki oy ve mütalâa ve beyanlarının Meclis dışında söylenip açıklanmasından dolayı sorumlu değildir. Gerek seçilmesinden evvel gerek sonra aleyhine suç isnat olunan bir Meb’usun sanık olarak sorgulanması veya tutuklanması veyahut yargılanması Genel Kurul’un kararına bağlıdır”.

Kendisi hakkında ayrıntılı olarak neyin isnat edildiğini bilmeden gittiği Encümende sorulan suallerin cevaplarını verip, biri dokuz ve diğeri altı büyük sayfadan ibaret iki yazıyı Bay Fikret Sılay’a teslim eder. Refet Bey’e göre durum “Davacın hâkim olursa yardımcın Allah olsun”[16] derler ya, ona benzer bir şeydi. Yazısında ‘bana isnat olunan başka bir şeyler varsa lütfen bildiriniz, vesikalarıyla birlikte size cevaplar vere­yim’ derse de nedense bu dileği dinlenmez ve­ yazdığı yazılar bile, belki okunmaz.

Bu arada “bu karalama işinin iç yüzünü kısmen olsun Meb’uslara anlat­malıyım” diye düşünüp Meclis Parti Grubu Başkanlığına yaptığı müracaatta, “ ..müdafa­asının önce parti grubunda dinlenmesini” isterse de Grup Başkan Vekili Hilmi Uran üç gün sonra kendisini çağırtarak “Başbakan’ın parti grubunda mes­eleyi açmaya, gerek olmadığını söylemiş olduğunu” bildirir. Oysa ki Meclis kürsüsünde yapacağı konuşmada “..namuslu bir adama karşı yapılmış ve yapılmak istenen faciayı, Maliye Müfettişlerinden bazıla­rının yolsuzluklarını,  haksızlıklarını   açık   gösteren  ve Başvekâleti   iğfal edici   mahiyette   yazıyı” millet kürsüsünden anlatacaktı.[17] TBMM Refet Bey’in dokunulmazlığını kaldırır, artık söz mahkemenindir.

İddianame Mahkeme’de

İddia makamının iddianamesi 4 Şubat 1942 tarihiyle Ankara Asliye 3. Ceza Mahkemesinde kayda geçmiştir. Bu iddianamede herhangi bir tutuklama talebi bulunmamaktadır. İşin içine “ecinniler” karışmış olacak ki Savcılık 10 Şubat 1942 tarihinde aynı mahkeme kaydına giren ancak 4 Şubat 1942 tarihi atılan ek bir iddianameyle tutuklama talebinde bulunmuştur.Mahkeme bu durumun farkına vararak ek iddianamenin altına (gelişi 10 Şubat 1942’dir) diye yazmış ve imzasını koymuştur.

Sorgusuz Sualsiz Tutuklama

Ek İddianamenin ertesi günü, 11 Şubat 1942’de tutuklanan Refet Bey bunu “tıpkı yasama dokunulmazlığının kaldırılmasından üç ay önce bir Meb’usunevinden çağrılarak hakkında zabıt tutulması kadar ga­rip ve hakka saldırı” olarak niteler. Çünkü ne sorgu hâkimi ne de diğer bir hâkim onu çağırıp sorguya çekmeden gece vakti evinden alınarak hapse gönderilmişti[18].

—————-

[1]Ziya Paşa’nın “Terkib-i Bend” indeki meşhur beyte atıf yapılıyor. “Kadı ola davacı vü muhzır dahi şahid/Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet”.
[1]Urfa Meb’usu Refet Ülgen’in yasama dokunulmazlığının kaldırılması hakkında Başvekâlet tezkeresi ve Teşki­lâtı Esasiye ve Adliye Encümenlerinden mürekkep karma Encümen mazbatasının (3/411)okunmasından sonra Refet Bey’in konuşması için bkz. TBMMZabıt Ceridesi Otuzuncu oturum, devre: 6, içtima yılı 3, Cuma 28/l/1942; Cumhuriyet Gazetesi 30 Ocak 1942: Masuniyeti kaldırılan me’buslar. ”Refet Bey’in bir saatten fazla açıklamada bulunduğu Meclis toplantısında Encümen namına Fikret Sılay, Refet Bey’in dokunulmazlığının kaldırılmasına yalnızca Maarif Cemiyetinin 1938 ve 1939 senelerinde düzenlediği piyangoda bazı yolsuzluklar dolayısıyla lüzum görüldüğünü” ifade etmiştir.”
[1]Eski Urfa Meb’usu Tevkif Edildi. Türk Maarif Cemiyeti eski reisi Urfa Meb’usu Refet Ülgen’le yeğeni ve Maarif Kolejinin eski veznedarı Zeki Ülgen hakkında Ankara Savcılığınca yapılan hazırlık tahkikatı bitmiş ve Refet Ülgen emniyeti suiistimal ve evrakta sahtekârlık, yeğeni de emniyeti suiistimal maddesinden sanık olarak 3.Ceza Mahkemesine verilmişlerdi. Görülen lüzum üzerine Refet Ülgen’in duruşmasının mevkufen yapılmasına karar verildikten sonra bu karar Ankara Savcılığınca infaz olunarak Refet Ülgen bu akşam saat 20 de tevkif olunmuştur. Muhakemeye bugünlerde başlanacaktır. Cumhuriyet Gazetesi, 11 Şubat 1942; Maarif Cemiyetinde Yapılan Yolsuzluk, Sabık Urfa Meb’usu mahkemeye verildi. Savcılık hazırlık tahkikatını bitirerek 3. Asliye Ceza Mahkemesi nezdinde dava açtı. Muhakemeye yakında Ankara’da başlanacak. Cumhuriyet Gazetesi, 6

Refet Bey’e göre “emsaline zor tesadüf edilen bu siyasî hâdise Meclis’e, Meclis’in hakkına açıktan açığa saygısız­lıktı. Anayasa’nın 17. maddesine aykırı hareket edilmesinin sebebi neydi? Cevabını düşünenler bu işlemin bugün bana ise yarın kendilerine yapılabileceğini de düşünmeliydiler. Mevzuu bahis olan fert değil, bir Meb’us değil, toplum hayatıydı. Neden susulmuştu, neden ses çıkarılmamıştı? Medenî memleketlerde böyle bir halin vukuu siyasî buhranların, kabine buhranının doğmasına sebep olurdu”.

Tahliye

Refet Bey’e göre “..muhake­me ve tevkifi garipliklerle doluydu. Yirmi yıllık   bir Meb’us   iddia   makamının yukarıda anılan ek iddianamesiyle sebep bulunmadan hapse atılıyordu”. Hariçten yayılan söylentilere göre hapsedilmezse devletin, hükümetin nüfuzu kırılacakmış deniliyormuş ama aslında Devlet bir suçsuzun hapsedilmemesiyle değil haksız ve gereksiz yere hapsedilmesiyle titrer ve sarsılırdı. O böyle biliyordu”. Bu inanç ve cesaretle ilk defa olarak hâkim huzuruna çıkıp, uğradığı iftiranın iç ve dış yüzünü anlattı: Cemiyetin eşya piyangosu işine ait hizmet ve vazifenin doğrudan doğruya Muhasebeciye ait bulunduğunu, bi­letlerin sevk ve idaresi, hesaplarının tutulması ve her türlü muamelelerinin tanzimi bakımından biletlerin Muhase­beciye emanet, tevdi ve teslim edilmiş olduğunu, Cemiyetin ku­ruluşundan bugüne kadar hep bu şekilde işlem yapılmış olduğunu ve bunun Cemiyet İdare Heyeti tarafından kabul edilmiş olan talimatnamenin emri olduğunu ve işler bu esaslar dâhilinde yürütüldüğünden bir aksaklık varsa sorumlusunun mesul mu­hasebeci ve muhasip aza olduğunu anlatıp Cemiyetteki konuyla ilgili bütün evrakın dayanak işlemleriyle birlikte celbini istedi ve Cemiyet’in bütün hesap işlerinden birinci derecede mes’ul olan muhasebecinin bu paranın tahsil edilip kasa defterine gelir kaydedilmiş olduğunu bil­diği halde müfettişe tahsil edilmemiş şeklinde göstermesinin kasıtlı bir karalamadan ve şahsî garazdan başka bir şey olmadığını belirtti.

Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesinin verdiği görevsizlik kararıyla dosyanın geldiği Ağır Ceza Mahkemesi dosyayı inceleyerek tutukluların 25.02.1942 tarihinde tahliyesine karar verir. Refet Bey mahkemenin bu kararı, “haksız yere ve keyif uğruna hapisha­nenin izbelerinde kalmalarına son verip Türk adliyesinin mabedine yeni bir çelenk daha koymuş ol­dular.” şeklinde yorumlar. Haber basında “Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde 12 saat devam eden bir duruşmadan sonra Refet Ülgen ve Yeğeni Zeki Ülgen tahliye edildiler. Refet Ülgen’in masumiyetini ispata yarayacak deliller meydana çıkarıldı.” başlığıyla aşağıdaki şekilde verilir[19]:

Bu sabah saat 9,30 da Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Reis Sabri Yoldaş, ÂzaReşat Bayramoğlu ve Âza Emin Böke ile Müddeiumumi muavinlerinden (öğleden evvel) Zihni, (öğleden sonra) Kemal Bora’dan mürekkep olarak toplanmış ve Urfa Meb’usu Refet Ülgen’le yeğeni Zeki Ülgen haklarında is­nat olunan sahtekârlık, emniyeti suiistimal ve zimmete para geçirmek davasına bakmıştır.


Şubat 1942. Me’busluğu devam etmesine rağmen Gazetelerin manşetlerinde sanık hakkında “sabık/eski Me’bus” ifadesinin kullanılması dikkat çekmektedir..
[1]Tasvir-i Efkâr Gazetesi, 26 Şubat 1942.; Akşam Gazetesi, 26 Şubat 1942.; Cumhuriyet Gazetesi 26 Şubat 1942: “Suçlu Sanılanlar Gece Geç Vakit Tahliye Olundular.”

Ankara’nın münevver ve kalabalık bir dinleyici küt­lesi önünde cereyan eden bu muhakeme -bir buçuk saat yemek tatili müstesna- sabahın saat 9.30 undan gecenin 22.40 ına kadar aralıksız tam 12 saat 10 dakika sür­müştür. Muhakeme safahatı çok enteresan olmuş, bilhassa Ağır Ceza Mahkemesi, kısa bir zaman içinde örnek bir çalışma ile kaybolan ve ortada bulunmayan delilleri bir bir meydana çıkarmıştır. Dava, Asliye Mah­kemesinde devam ederken Türk Maarif Cemiyeti tarafın­dan tertip edilen piyangonun satılmamış olan biletlerinin imha edildiğini gösterir bir zabıt ortada olmaması, muh­bir vaziyetinde bulunan Cemiyet Muhasebecisi Lütfi ile daktilo Meliha’nın, Refet Ülgen’i ağır ithamlar altında bırakmasına sebep oluyordu. Ağır Ceza Reisliği, bu imha edilen zabıt varakasını Cemiyet dosyalarından buldurmuş ve Meliha ile Lütfi’nin Refet Ülgen’in Büyük Millet Meclisine verilmek üzere al­dığı 600 biletten yalnız 200 tanesinin parasını Cemiyet veznesine yatırarak geri kalan biletleri zimmetine geçirdiği yolundaki iddialarının da çürütecek diğer bir evra­kın da dosya arasına girmesini temin etmiştir. Bu evrak Maarif Cemiyeti tarafından, Büyük Millet Meclisi Reisliğine yazılan ve Meclise yalnız 200 tane bilet gönderildiğini bildiren resmî bir tezkereydi. Dinleyicilere iftiranın bir insanı nelere kadar sürükleyebileceğini açık surette ispat eden bu muhakeme safhalarında Refet Ülgen’in Avukatı Fehmi Kural’ın muhbir Lütfi ile Meliha’­ya yerinde sorduğu sualler, bunu tevil yoluyla hakikati itirafa mecbur etmiştir. Bilhassa Muhasebeci Lütfi’nin, birbirini tutmayan sözleri, garip hareketleri Hâkim Heyetini ve dinleyicileri bazen kahkahalarla güldürmüştür. Delillerin birer birer ortaya konup dökülmesi, birçok şahitlerin dinlenmeleri ve muhtelif yüzleşmelerle gecenin saat 22.40’ına kadar sürmüştür.

Hâkim, vaktin geciktiğini söyleyerek Savcıdan sanıkların tutukluluk hallerinin devam edip et­memesi hakkında ne düşündüğünü sordu. Savcı muavini Kemâl Bora, Zeki Ülgen’in tahliye­sini, Refet Ülgen’in ise, suçunun mahiyeti itibariyle tutukluluğunun devamını istedi. Söz alan Avukat Fehmi Ku­ral, gerekçeleriyle müvekkili Refet Ülgen’in tahliye edil­mesinin adalete uygun olacağını belirtti.

Reis Sabri Yoldaş mahkemenin kararını şöyle bildirdi:

“Duruşma safhasında, delillerin büyük kısmı toplan­mış olup tahkikatı güçleştirecek bir vaziyetin bulun­mamasına göre her iki sanığın da tahliyelerine ka­rar verildi.”

Ve Karar Duruşması:

Bütün deliller toplanmış, deliller üzerinde incelemeler yapılmıştı. Savcılık esas hakkındaki mütalâasında iddianamedeki görüşleri tekrar ederek mahkûmiyet talebinde bulundu.

Sanık Refet Ülgen’in Avukatı Fehmi Kural yaptığı son müdafaada Refet Ülgen’e isnat edilen sahtekârlık ve suiistimal suçlarının doğru olmadığının, mahkemenin yaptığı araştırmayla ortaya çıktığını ve imha tutanaklarının bu işin tezgâhına destek veren muhasebecide bulunduğunu, inşa malze­mesi kötü olan bu malzemenin çürüklüğünün mah­kemede ortaya çıktığını somut olarak kanıtlarıyla açıkladıktan sonra şunları söylemiştir:

Yüksek Heyet, bilirsiniz ki, son zamanda ceza hu­kukunda şahadetin fazla yeri kalmamıştır. Ayrıntıya lüzum görmem. Çünkü: “Şahadet, ruh, zihin, ahlâk dengesinin özüdür. Şahadetin doğru olduğuna ina­nabilmek için insanın ruhunun ahlâkının sıhhatinin doğru ve düzgün olması lâzımdır. Halbuki insanlar ekseriya şuurlarıyla değil, hisleriyle hareket ederler. Gerçekten his, insanla beraber doğmuştur, şuur ise yenidir. Hatta insanlık tarihini on iki saatlik bir güne sığdırmak mümkün olsa, on bir buçuk saatini his ve an­cak yarım saatini şuurun almış olduğunu görürüz. Şuurla vücuda gelen, elektrik, buhar gibi şeyler ya­rım saatin içinde gibidirler. Halbuki bundan evvel yaşa­ma (hissi) ile yapılan şeyler, inkılâpların, de­ğişikliklerin kaynağı olmuştur. His değişir bu se­beple hisse dayanan şahadetin kıymeti artık azalmıştır..” ilmî tezine ben de iştirak ediyorum.

Ceza üstadı Garo’nun[20] dediğine göre, Hukuk hâkimi hadiseyi çıplak ve soyut olarak tetkik eder. Hadiseyi doğuran şahıs­ları nazara almaz. Hukuk hâkimi, hukuk işinde, şahısları nazara alırsa adalet müteessir olur. Gerçekten kirayı veremeyen bir bedbahtı evden çıkaracak patronu tasavvur edelim, ikisi adalet huzurundadır. Zavallı fakir, karakışta bir yer bulamamaktadır. Kendisine merhamet edilmesini hâ­kimden istediğinde, Hâkim burada şahsı nazara alırsa hakkı yerine getirmiş olamaz. Burada bahse mevzu olan kira mukavelesi hükmünün ihlâl edilmiş olup olmadığıdır.

Ceza hâkimi ise, hukuk hâkiminin aksine ola­rak, mutlaka şahısları nazara alır. Ceza hukukunda bir insana hareketleri için ceza verilmesi, el vurduğu, dil söylediği için cezalandırılması söz konusu olamaz. Burada cezaya esas olan, eli ve dili harekete getiren şuurdur. Bu sebeple niyet ve kast cezalandırılır. Ceza hukukunda kurulan bu prensibe göre, bir şah­sın yalnız bir tarafı nazara alınarak tetkik edilmez. O vakit tek taraflı bir tetkik olur ve neticesi yanlış olur. 40 körün bir filin ayrı ayrı kısımlarını tetkik etmesine benzer. Şahsı tetkik etraflı olur. Ceza hukukunda ileri gitmiş memleketlerde, ilk tahkikat dosyası meyanında, şahsın çocukluğundan, aile yuvası içindeki hayatından, mektep ve meslek devrelerine ait bütün safahatı tespit ve tetkik edilir. Temenni edelim ki; bizde de zan altına alınan şahsın bütün hayatı olduğu gibi tetkik edilsin ve hüviyeti meydana çıksın. Bütün bir ömür, temizlikle geçmiş ise, bu suretle mermerleşen seciye, kötülük yap­maz.

Müvekkilinin, Başkanlığı sırasında Cemiyet’in yüz binlerce liralık inşaat yaptığını, yurt, mektep vücuda getirdiğini ve menfaat temin etmek isteseydi bunlardan temin etmesinin mümkün olduğunu belirten Avukat Kural, hayatını irfan hizmetlerine hasretmiş olan müvekkilinin her yıl kendi bütçesinden 400 lira ayırmak suretiyle yoksul çocukların yardımına koştuğunu anlattıktan sonra şöyle devam etmiştir: Faydasız evrakta sahtekârlık suçu işlenemez, huku­kî kıymeti olmayan bir evrakta yapılan tağyir, tahrif; sahtekârlık suçunu vücuda getirmiş olmaz. Hatta muay­yen şekle uymadığından dolayı hukuki kıymeti haiz olmayan evrak bahse konu bile değildir, deyip madde madde isnat edilen suçların unsurlarının oluşmadığını açıklayarak sözlerini şöyle bitirmiştir:

“Yüksek hâkimlerimiz, müvekkilim hakkındaki iftiranın kapalı örtülerini, siz âdil parmaklarınızla kaldırdınız, hakikati deştiniz, aradınız, buldunuz. Keskin nazarlarınızla, şahitlerin içyüzünü gördünüz, bizim kadar o vakit siz de elem duy­dunuz, size minnettarız. En büyük sevginiz, mükâfatınız, adaleti olduğu gibi temindedir. Bu şerefli zevkin gururu en büyük kuv­vetiniz, en asil mükâfatınızdır. Bu şekilde vicdan huzu­runuzu tatmin ederken şuurlu vakur çalışmanızla Türk adliyesini adalet tarihinin en üstüne çıkardığınıza inanınız. Buna tamamen kanmış, inanmış olan bizler huzuru­nuzda büyük tâzimle eğiliyor, masumiyetimizin kararını saygı ile bekliyoruz”.


[1]RenéGarraud (1849-1930) ünlü Fransız ceza hukukçusudur. Çok sayıda baskı yapan Ceza Soruşturması ve Ceza Muhakemesi Hakkında Teorik ve Pratik İnceleme (Traitétheorique et pratiqueD’instructioncriminelle et de procédurepénale) adlı ünlü eserinden Osmanlı Ceza Hukukuna dair kitaplarda da faydalanılmıştır.  

————

Müzakereye çekilen ve Başkan Sabri Yoldaş, Âza Reşat Bayramoğlu, Âza Emin Böke’den oluşan Ankara Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, 1942/164 E. Sayılı dosyada yaptığı değerlendirmeden sonra sözbirliğiyle verdiği kararını açıkladı.

İcabı düşünüldü: Zimmet ve ihtilâstan suçlu ve mev­kuf iken duruşma sırasında tahliyeleri icra kılınan Refet Ülgen ve Zeki Ülgen haklarında açık olarak icra ve ikmal olunan duruşmaları sonunda… Suçluluklarına her türlü şüphe ve tered­dütten arî olarak vicdanen kanaat getirilemeyen her iki maznunun kendilerine isnat edilen suçlardan beraatlarına, temyizi kabil olmak üzere 19/3/1942 tarihinde söz birliği ile karar verilerek alenen tefhim kılındı.

*****

İstanbul Gazeteleri beraatla ilgili haberi şöyle verdi: “Refet Ülgen beraat etti”

“Dün yüzlerce dinleyicinin bulunduğu mahkemede ha­raretli münakaşalar oldu. Urfa Meb’usu Refet Ülgen, mahkemenin adaletinden emin olduğunu söyledi.

Bugün Adliye koridorları, her günkünden daha kalabalık, herkes büyük bir merak içinde aylardan beri süren dedikodu halinde bin türlü ihtimallerin altında bırakılmış olan Urfa Meb’usu Refet Ülgen’le yeğeni Zeki Ülgen’in mahkemeden nasıl bir ka­rar alacaklarını bekliyorlar. Saat 15 i biraz geçe müba­şirin ilk sesi Adliye koridorlarını inletiyor: Refet Ülgen!.

Koridorları dolduran kalabalık, zaptedilemez bir akın­la mahkeme salonunu dolduruyor.. Ağır Ceza Reisi Sabri Yoldaş, her zamanki vakur ve insana emniyet veren tavrı ile yerini işgal etmiş, âzalar önlerindeki dosyaları karış­tırıyorlar, iddia makamında Kemal Bora bulunuyordu. Suçlu Vekili Avukat Fehmi Kural, hâkim bir tavır ile Refet Ülgen’in müdafaasını yapmaya başlıyor. Tam iki saat 15 dakika süren müdafaasında, isnat olunan suçları esaslı bir şekilde tahlil ve tetkik ediyor ve davanın çürük hukuki temelini vasıflandırıyor. Bir taraftan isnat edilen suçlar ve dinlenen şahitlerin ifadelerini, resmî evrakla açık bir surette tenkit ederken diğer taraftan da kendisine suç isnat edilen Refet Ülgen’in memleketine ve Maarif Cemi­yetine yaptığı hizmetleri vesikalara dayalı olarak sayıyor.

Bu sözlerden sonra Hâkimler Heyeti’nin müzakere oda­sına çekilip uzun süren heyecanlı bir bekleyişten sonra açıkladığı hükme göre maznunlardan Refet Ülgen’e isnat olunan fiillerin doğ­ru olduğunu ispat ve vicdanî kanaati temin edecek bir delile rastlanmadığı ve Zeki Ülgen’in de açı­ğı bulunmadığı anlaşılmış olmakla her ikisinin de söz birliği ile beraatlarına karar verilmişti.[21].


[1]Tan Gazetesi 20 Mart 1942“Urfa Mebusu Refet Ülgen Beraat etti”; Cumhuriyet Gazetesi 20 Mart 1942: Refet Ülgen ve Yeğeni Dün BeraatEttiler. “Türk Maarif Cemiyeti’nde yolsuzluk iddiasıyla Cemiyet’in eski reisi

Beraat kararı söylenir, söylenmez salonu alkış tufanıyla dolduran halk, yalnızca bir masumun kurtuluşunu bildiren beraat kararını değil, hiçbir tesir altında bulunmayarak hak ve adalete hizmet eden vicdanlı, doğru yargıçları da alkışlıyordu. Bu alkış tufanı karşısında mahkeme baş­kanının söylediği ise şuydu: “Mahkeme kararları ne takdir, ne de tenkit edilir”.

Savcılık makamının mahkemenin vicdani kanaatine dayanan ve söz birliğiyle verdiği beraat kararı için temyiz yoluna gitmesi üzerine Temyiz Mahkemesi olan Birinci Ceza Dairesi, aşağıdaki 31/12/1942 tarih, 1293 E., 3552 K. No’lu ilâmıyla yerel mahkeme kararını onayladı:

“Maznun Refet Ülgen’e isnat olunup takip ve muhake­meye gerek görülen 938 ve 939 senelerine ait suiistimal ve zimmet ve ihtilâs fiillerinin yapılan tahkikat ve duruş­ması sonunda..iddiaların..samimiyet ve tarafsızlıktan çok öç almak kastıyla ileri sürüldüğünün bariz delillerle ortaya çıkması.. iddiada bahse dayanak olmak üzere isnat olunan her cihet tetkik olunmak suretiyle tamamının ancak ihtiras ve intikamı tatmin için ileri sürüldüğüne kanaat getirildiği takdiren tespit kılınmış ve temyiz talebinde bulunan mahalli Savcılığın lâyihasında ve tebliğnamesinde yer alan iddia ve mütalâalarda toplanan delillerin hükme yeterliği afakî mahiyette ileri sürülüp maddî bir hata ve takdirin dayanağında fiilî bir yanlışlık gösterilmediğine binaen; mah­keme kararı, olayın cereyan şekli ve bunları ispata dayanak sayılan delillerin kıymetlerini takdire taallûk etmesi sebebiyle isabetli bulunmuş olduğundan bütün itiraz ve tebliğnamede gösterilen mütalâaların reddiyle vicdan kanaatine dayanan ve gerektirici sebepleri ihtiva eden beraat hükmünün onaylanmasına 31/12/1942 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.”

Refet Bey, hakkında verilen beraat kararı Temyiz Mahkemesince onaylanıp kesinleşmesine rağmen 28 Şubat 1943 tarihinde yapılan seçimlerde parti tarafından aday gösterilmemiştir

****

Birinci Meşrutiyet’te Yıldız’da Malta Köşkü’nün bahçesine kurulan ‘Çadır Mahkemesi’nden Mütareke dönemindeki ‘Nemrut Mustafa Divanı’na, Cumhuriyet’in başlarındaki ‘İstiklâl Mahkemeleri’nden Tek Parti Dönemi’nin Mahkemelerine, 27 Mayıs’ın ‘Yassıada Mahkemeleri’nden 12 Mart’ın ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne, ‘12 Eylül Mahkemeleri’nden ‘Silivri Mahkemeleri’ne kadar geçen sürecin kısır döngüsünde bu toplumun insanları siyasetin yargı üzerindeki tahakkümünü iliklerine kadar hissederek yaşadılar.

“Daha önceleri bu işler nasılmış acaba” diye merak edecek olan genç meslektaşlarımızın sorularını da bir lâtifeyle karşılayalım:

Sultan İkinci Mahmut’un saltanatı zamanında Edirne Valisi olan Vezir Hakkı Paşa’nın, kararından hoşlanmadığı bir hâkime gönderdiği mektup şöyleydi:

Urfa Meb’usu Refet Ülgen ve yeğeni Maarif Cemiyeti Koleji eski veznedarı Zeki Ülgen’in Ağır Ceza’daki muhakemeleri neticelendi. Refet Ülgen ve Zeki Ülgen müdafaalarını yaptılar. Müdafaalar geç vakte kadar sürdü ve muhakeme, hakkında mevcut deliller vicdanî kanaati temine kâfi görülmediğinden Meb’us Refet Ülgen’in ve kolej muhasebecisi bulunduğu sırada işlemlerine dair bilirkişi tarafından yapılan tetkikat neticesinde bir açığı bulunmadığı anlaşıldığından Zeki Ülgen’in beraatlarına karar verdi”.

Silivri naibi[22]! Şeriat haini! İlâmını gördüm, kahkahayla güldüm. Meali hezeyan, hükmü hilâf-ı Kur’an’dır. Mihr-i müeyyedimi[23] basarım, seni mahkeme kapısında asarım.”[24]


[1]Şer’i mahkemelerin hâkimlerine verilen unvandır. Kadıyerinde kullanılırdı. Naip tabiri naiplerin Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin niyabetini (vekâletini) yapmalarından dolayı idi.
[1]Güçlü mühür.
[1]Pakalınlı, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü C:2, sf. 125.

 

 


steak

steak

steak

steak

steak

steak