Sabri Dişli
5 Mart 2008
Kadın…
Hani övünürüz ya! 1934’de kadına seçme hakkı vermişiz.
Bırakın kadını, yöremizde erkekler bile seçme ve seçilme hakkını elde edememiştir.
Ağa, şeyh veya şoven başları emir eder… Ya da köy yolu, çeşme, trafo yapımı karşılığı yapılan pazarlıklar sonrası sandık açılır: “kullanılan oy, geçerli oy; 300’dür.” Oyların tamamı emir verilen partiye gitmiştir… Son seçimde bu şekilde sonuçlanmış kaç köy sandığı vardı?
Erk erkek karar verir… Kadın ya da erkek sandığı görmez bile.
Oysa 1946 şanlıurfa ıl meclisimizde “Saniye Tepe” adında seçilmiş bir kadın temsilcimiz varmış. Bugün ıl meclisinde kadının adı yok… ıl meclisinde ne var, ne yok, kaçı yüksek lisanslı derseniz? Varlık yokluk meselesi…
Neyse biz bu gün modaya uyup 8 Martı, kadınları yazıyoruz…
Saniye Hanım, 62 yıl önce, yöre kadınımızın feodalizm çarkında nasıl ezildiğini, 11 Nisan 1946 tarihli Urfa gazetesindeki köşesinde bir öykü ile kaleme almış.
Ağabeyim “Av.Müslüm Akalın”dan aldığım bu öyküyü sıkılmadan okuyacağınızı sanıyorum.
Okuduktan sonra kadın hakları geri mi gitmiş, yoksa bir ileri, iki geri mi gitmiş?
Siz karar verin…
*****
“Ayşe’nin başlığı verildi, kalını sağlandı. Oğlan evinde düğün tedariki var. Pirinçler ayıklanıyor, yağlar eritiliyor, kahveler kavruluyor. Kesilecek kuzular, binilecek atlar artık hazır. Elçiler atlarını sürdüler, misafir çağırıyorlar. Hasan Ağa’nın oğlu Mustafa, Kadir Ağa’nın kızı Ayşe ile evleniyor.
Ocaklar yandı, kazanlar kuruldu. Davullar, zurnaların sesini boğuyor, at kişnemeleri insan seslerini yutuyor, köçekler zil çalarak dönüyorlar. Mustafa’nın düğünü var. ıki el silâh sesi duyuldu, düğün evinde iki atlı koşuştular. Uzaklardan birisi geri döndü, bağırdı:
– (…) Köyünden ıbrahim Ağa geliyor! Adet böyledir. ıki atlı gider, birisi öncü kalır, diğeri haberci gelir.
Düğün sahiplerinin gençleri atlarına bindiler. Davullar dövünerek, zurnalar ötünerek, köçekler bel bükerek yürüdüler. Silâhlar atılıyor, ciritler oynanıyor. Misafirin en büyüğü önde, akrabaların maiyeti atlılar arkada, düğün evinin avlusuna girdiler. En büyük misafirin atının başı tutuldu. Davulcu yere çöktü, zurnacı başını havalarda salladı, köçek yanlara kıvrıldı. Ağa elini cebine daldırdı. Sırmalı bir kese , büzgülerinin gevşeyen ağzı baş aşağı… Çalanlara,. At oynayanlara, at başı tutanlara üçer altın bahşiş..
Gelenler kahvelerini içtiler, gençler halaylarını çektiler. Sekiz gün sekiz gece yer yer misafirler böyle geldi. Kazanlar böyle kaynadı, davullar böyle dövündü, kuzular baş verip kan akıttılar.
Hasan Ağa’nın oğlu Mustafa… O, ölü gözlü, o düşük omuzlu salak Mustafa’ya Kadir Ağa’nın levent kızı Ayşe’yi veriyorlar. Emmi kızı, emmioğluna… Gökte nikâhı kıyılmış, kimin ne haddine. Ne olursa olsun ister yaşı küçük, ister boynu düşük, ister dişi dökük, emmioğlu bu. Kaideyi tanrı huzuruna kadar götürmüş, orada nikâhı kıydırmış. Haddine düşmüşse verme. Haddine düşmüşse bir başkası talip olsun. Civarımızdaki hapishaneler mevcudunu sayınız, sorunuz. En çok suçluların kurşununda bir kınalı kızın sesi veya adı vardır.
Gelin Ayşe’nin köyüne kınası gidiyor. Bugün gidecek. Gece eline yakacaklar, yarın öğleye doğru gelini getirecekler. Kadınlar hazırlanıyorlar, atlar saçaklara bürünmüş, develer renkli, püsküllü kilimler, perdelerle süslenmiş. Herkes paylaştı, bazı kadınlar atlara, bazıları da ikişer ikişer develere bindiler. Etraflarında erkek atlılar, tarlalarda cirit oynuyorlar. Kınacı alayı gelinin köyüne yaklaştılar. Köyün dışında bir kaynaşma oldu. Adet böyleymiş, güveyi evinin kafilesini şakacıktan taşa tutuyorlar. Gelin ailesinin yüzleri ciddi, kız sahibinin gülmesi ayıptır.
ıçeride samanlığa yakın bir köşede Ayşe çuvalların arasına büzülmüş. Sırmalı, kımızı atlas entarisinin ön kırmalarına dökülen kara saçlarının perçemini kaldırdım. Kapanan yüzü, çimenlerle örtülü bir çiçek gibi sanki bir rüzgârla açıldı. Entarisinin rengine denk yanaklarının üstüne, siyah uzun kirpiklerinden bir parlaklık düştü. Damladıkça söndü, biriktikçe parladı.
Ayşe niçin ağlıyorsun?
Nefesi genişledi, omuzlar kalktı, boğazı gittikçe kısıldı. Istırap, kaç şekil ve seste beliriyor..
Ayşe’yi Mustafa’ya veriyorlar. Ayşe’nin haberi yok. Ayşe’nin nikâhı yapılıyor, Ayşe’nin rızası yok. Fakat Ayşe gelin oluyor. ıki şeyde akşam oldu: Gökyüzünde, onun kırmızı duvakla örtülü gül yüzünde. ıki şeyde ışık yandı: Mumlarla süslenmiş kına tepsisinde, Ayşe’nin boynundaki altın dizisinde. Kınalı parmaklar pembe kreplere sarıldı, zılgıtlar alaheylerin gürültüsüyle sarmaş dolaş oldular.
Gün ağardı, gelini hazırlamalı. Evde bir telaş başladı. Girdiler, çıktılar, konuştular. Atlara binenler mahmuzlayarak semt semt dağıldılar. Ayşe kaçmış..
Bir uğultu köyü sardı. Kadınlar içerilere saklandılar. Kızın babası selamlıkta kapıyı sürgülemiş, köyde ölüm havası esiyor. Yüzlerce atlı dağıldı. Yollarda soruyorlar. Sormaya ne hacet, görseler hemen söylerler. Kız kaçar mı, namus meselesi. Bu davada herkes birliktir. Birbirlerine yardım gerek.
Gün ağarırken şehirdeki akrabasına ulaşamayan Ayşe, en son köyün ihtiyar ağasına koşmuş.
Beni istemediğim adama verdiler. Ağladım, sızladım, dinlemediler. Ya beni şehre yetiştirin veya akşama kadar saklayın, diye yalvarmış.
Ağa hiç böyle şey yapar mı?
Yok, bunu ben yapamam, istersen şu karşıki mağaraya gir, talihine sığın, demiş.
Kan rengi kırmızı ipek entarisinin büklümleri içinde levent Ayşe, sık adımlarla uzaklaşmış, kayalıklara tırmanmış, mağaranın karanlıklarına dalmış.
Ayşe, ihtiyar ağaya değil şafak’a yalvarsaydı sökmez miydi? Babasına değil güneşe yalvarsaydı doğmaz mıydı acaba? Atlılar köyü sarmışlar, ihtiyar ağa onlar sormadan elini uzatmış, parmağıyla mağarayı göstermiş: ışte orada!
At kişnemeleri, nal sesleri dağlara çarpmış mağaranın önünde tepinmeler, atlarda bile hiddet var :
Çık dışarı!
Siyah örgüleri önüne sarkmış, yaşlı kara gözlerinin yalvaran bakışlarıyla kırmızı eteklerini sürüterek Ayşe mağaranın önüne çıkmış. Kırk at, kırk atlı, kırk mavzer önünde Ayşe kollarını göklere kaldırmış:
Beni söyletin sonra öldürün!
Ayşe’nin amcası bağırmış: Söyletmeyin köpeği, vurun!
Kırk silah patlaması, ve kırmızı bir yığın..
Güneş, erken doğuşundan utanmış, kızarmış. Kuşlar kanatlarını çırpıp uzaklaşmışlar. Gelincikler kara gözlerini etekleriyle örtmüşler. Amcası Ayşe’nin beyaz gömleğini çıkarmış. ışte Ayşe’nin kanı… Beyaz gömlek üzerine namus temizliğinin takdirnamesini kırmızı izlerle yazıyor.
Gel ıbrahim. Uşak atını mahmuzluyor. Mavzerinin namlusuna Ayşe’nin gömleği asılıyor. Önde müjdeci olarak koşturuluyor. Kızın babasının kapısı vuruluyor. Müjde, kanlı gömlek Kadir Ağa’nın önüne atılıyor. Kadir Ağa ‘da ıbrahim’in üstüne 10 altun bahşiş fırlatıyor. Davullar dövünüyor, zurnalar çıldırıyor. Kadir Ağa, karısını çağırıyor:
Gel buraya Fatma. Ayşe’nin küçüğü Hatice’yi hazırla, gelinciler gelinlerini götürsünler!
Ayşe’nin kırmızı duvağı Hatice’nin yüzüne örtüldü. Gelin atına Hatice bindirildi. “
***
Bu yazı 11 Nisan 1946 tarihinde Urfa gazetesinde yayınlandı.
Yusufçuk
Dargezenli de çocuktuk…
yusufçuk kuşuyduk
sonra savrulduk
gökyüzüne.
sağa düşse de kimimiz
biz hep onla sola düştük
anaç-babaç olduk
sonra
Sisliydi pusluydu gökyüzü
o birimizden birdi
Havalanan gökyüzüne…
uçtu yusufçuk
uçtu.
olabildiğince maviliklere doğru
çarpmayan
yüreği düştü yere
düşürerek cemreleri
gökyüzünden
Dönmedi
yusufçuk
ötmedi bir daha…
Yusuf Sabri DışLı
(03.03.2008)