İbrahim Halil Okuyan
19 Temmuz 2011
1912–1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da,
Ege Adalarında ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı.
Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Müslüman savaşta yenik Düşen Osmanlı ordusunun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu ‘ya sığındı.
Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşında yenik düşen Yunan ordusuyla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi.
Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı.
Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kaosa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı.
Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar
Ve esirler konusu ele alındı.
İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda;
Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı.
Bu sözleşme uyarınca;
İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye,
Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi.
Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu.
Tarihteki ilk ZORUN GÖÇ’ ü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak,
Yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi.
Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca Mübadele,
Bu insanlara da Mübadil deniyor.
Savaşların en ağır bedellerinden biri de göç.
Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan mübadele de bunlardan biri.
Bunca aradan geçen zamana karşın hala,
Aile toprağından,
Evinden,
Zorla ya da Resmi Antlaşmalar doğrultusunda çıkarılan dolayısıyla “İki Kez Yabancı “laştırılan bu insanların acısının,
Öfkesinin ve hatta yer yer kine varan duygularının biraz deşilince ortaya çıkıverdiğini hemen görüyorsunuz.
Aşağıda verilen öykü bu olaydan etkilenen insanların yaşadıkları hakkında bir örnek.
“O gün ayağımı burkmasaydım hiç tanıyamayacaktım,
Nazmiye nineyi.
İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı mübadele köylerinden Şirince köyündeydik.
Lozan anlaşmasından sonra Rumların göç ettiği Kırkınca veya Çirkince köyüne çoğunluğu Selanik ve çevresinden gelen Türklerin yerleşmesiyle oluşmuş, Şirince adını almıştı.
Dar sokakları, eskinin mimarisi yüksek tavanlı uzun pencereli evleri ve sıcak insanları ile günümüzün turistik yöreleri arasında adı geçer olmuştu.
Zeytincilik, Bağcılık ve ev şarapçılığı ile tanınmıştı.
Şimdilerde müzeye dönüştürülmüş olan köyün kilisesinin bahçesinde fotoğraf çekmeye çabalarken ayak bileğimi burkmuş birlikte gezdiğim grubu bırakıp evlerden birinin önündeki Sandalyeye oturmak zorunda kalmıştım.
Gezip göremediğim sokakları düşündükçe içim içimi yiyor ayağımın ağrısı ise kalkmama engel oluyordu.
Oturduğum evin önümdeki tezgâhta anne ile kızı kendi imalatı ev şarapları, sabun, zeytin, zeytinyağı ve adını bilmediğim otlar satıyordu.
Ayağımı burktuğumu ve oturmak zorunda olduğumu görünce hemen yer vermişlerdi.
Kadın evin üst katına annesine seslendi.
Ağır adımlar ile beyaz tenli, mavi gözlü, beyaz saçlarını aynı beyazlıkta tülbent ile örten hayli yaşlı hanım yanıma geldi.
Bir şey söylemeden ayak bileğime baktı.
Torununa tülbent ile dolaptan soğuk su getirmesini söyledi. “Bileğini Kötü Burkmuşsun” diyerek tülbenti ayağıma sıkıca sardı ve üzerine soğuk su döktü.
Tüm bunları ben bir şey söylemeden, talep etmeden yapmıştı. Şaşırmıştım.
Adının Nazmiye olduğunu, çocuk yaşta mübadele ile Selanik yakınlarındaki Vraşno köyünden geldiğini anlattı.
Arada eliyle bileğimi yoklayıp üzerine soğuk su dökmeye devam ediyordu.
Kızı ve torunu ile Şirince’de yaşadığından burada ölmek ve gömülmek istediğinden söz etti.
Ayağımın ağrısının hafiflediğini hissediyordum.
“Yunan ile Türk o kadar savaştıktan sonra bir arada yaşamak mümkün değildi, Mübadele kaçınılmazdı sanırım”
Diyecek oldum, hadi oradan der gibi bir el işareti yaptı.
-Oğlum biz savaş nedir bilmeyiz.
Vraşno’yu terk edeli yıllar oldu ama rahmetli Annem ve Babamın aklı hep orada, doğduğu topraklardaydı.
Rum’u Türk’ü bir arada yaşardık orada.
Savaş neyin uğramamıştı.
Bileğimi bir kere daha yoklayıp biraz daha soğuk su döktü tülbentin üzerine.
Sonra torununa “Sandığın Üzerindeki Kilimi” getirmesini söyledi. Oldukça eski olmasına karşın renkleri canlı kalmış küçük bir kilimdi, torunun getirdiği.
-Bu kilimi dokuduğumda 12 yaşındaydım.
Vraşno’da komşumuzun kızı Dora ile birlikte dokumuştuk.
Aynı yaştaydık Dora ile ailesi Rum’du.
Biz kilim derdik Rumlar kalimma derdi.
Mübadele sırasında yanımıza fazla bir şey alamamışız.
Israrım üzerine oyuncağımı bırakıp bu kilimi getirmişiz.
-Çok güzelmiş.
-Güzeldir ya.
Bizler de bu kilim gibiydik oğlum.
Kimimiz Atkısıydı bu Kilimin, Kimimiz Çözgüsü kimisi de Düğümüydü.
Ayırdılar söktüler bizi, Mübadele diyerek.
Aynı Suyu, Aynı Toprağı, Gökyüzünü, Gölgeyi Kullanırdık.
Birileri beğenmedi bu dokumayı, söküp başka şey örmeye kalktı.
Geldik buralara.
Eliyle kilimi ve içindeki desenleri gösterip;
-Komşumuz Dora ile topladığımız Dağ Lavantasını ve Unutma Beni çiçeğini kaynatıp yapmıştık bu Yeşil Rengi.
Ağaca birlikte çıkıp topladığımız Taze Cevizin kabuğundan elde etmiştik bu Kızıl Kahveyi.
Hardal otunu ve Kimyonu birlikte öğütüp yapmıştık bu Sarı Rengi.
Yaparken çok eğlenmiş, beğenerek dokumuştuk bu kilimi.
– Ama barış olsun, insanlar barış içinde yaşasın diye yapılmadı mı, Mübadele?
-Barış hep vardı be oğlum.
Bir arada olmamızı istemediler.
Söktüler bizi buralara kadar geldik.
Rahmetli anam geride bıraktığı evini ve bahçesindeki çiçeklerini sayıklar, ağlardı.
Dahası “Gavur Tohumu“ dediler bize, buralarda.
Köyden dışarı da çıkamadık.
-Her ne olduysa olmuş acılar çekilmiş ama kızın ve torunun mutlu görünüyorlar.
Buna da şükretmek gerekiyor.
-Şükretmesine ediyorum da, insanları bir kere ayırmaya başladılar mı durmazlar, bize gavur tohumu diyenler burada da istemez diye korkuyorum.
Kederlenmişti.
Eliyle ayak bileğimi yokladı.
Ağrımın hafiflediğini söyleyince tülbenti açtı.
Bileğimin şişliği azalmıştı.
Tezgâhtan aldığı kekik yağını bileğime sürdü,
Birkaç Defneyaprağını da üzerine koyup tülbenti sıkıca tekrar sardı, Nazmiye Nine.
Kekik Yağı şişesini uzatıp akşama bir kere daha sürmemin iyi geleceğini söyledi.
Borcumu sordum.
Gülümsedi.
“Bir şey istemem.
Okumuş birine benziyorsun.
Torunum bu yıl okula başlıyor.
Onunla konuşup okula heveslendirecek iki laf edersen iyi olur. Haytalık eder diye korkuyorum” dedi.
Torununa kitap gönderme sözü verip adreslerini aldım.
Daha fazla konuşmadı, kilimi omzuna atıp eve girip gözden kayboldu.
Ayağımın ağrısı dinmiş, rahatlıkla üzerine basabilir hale gelmiştim.
Köye gezmeye gelenler güneşin batmasına yakın dönüş yolunu tutmuştu.
Şirince evlerinin camlarından yansıyan güneşin son ışıkları ile köy, Akşamın sakinliği ile kucaklaşmaya hazırlanıyordu.”
Benzer şekilde; ”Anadolu Kilimlerindeki Mevcut Renkler ve Semboller” birlikte yaşamın izleriyle doludur.
Benzer Acıları Yaşamamak Dileğiyle.
Saygılarımla.
İbrahim Halil Okuyan
İnşaat Yüksek Mühendisi
19.07.2011 Mersin