Mehmet Göncü
14 Nisan 2011
Zaman zaman Urfa’da çöp bidonlarına bayatlamış veya artık olmuş diye atılan güzelim ekmek ve yiyecekleri gördükçe, içim derinden sızlar. Bu kınadığım olayı, yeni neslin israf nedenini, çoğunlukla kıtlığın ne olduğunu ve o yıllarda yaşanan olayları bilmediklerine bağlarım. Bu bağlamda aklıma kıtlık yıllarında yaşanmış birçok acıklı olay gelir.
Bu olayların bir kısmını okumuş, bir kısmını da bizzat yaşayanlardan dilemiştim. Şimdi size anlatacağım birinci hadiseyi konunun tanıklarından olan rahmetli teyzemin kocası Hacı Bahri Yıluzar’ın ağzından dinlemiştim. Olay şöyle:
“Birinci Dünya savaşı yıllarıydı,1914-1915 ve 1916 senelerinde doğu illerimizin büyük bir bölümü çarlık Rusya ordularınca işgal edilmişti. Düşman kuvvetleriyle birlikte yaşamak istemeyen sivil halk, bulundukları yerlerini terk ederek, güneye doğru göç etmeye başladılar. Biz o tarihte Diyarbakır merkezde oturuyorduk. İlk günler şehir halkı olarak yiyeceğimizi gelen muhacir kardeşlerimizle birlikte paylaşıyorduk. Ancak, muhacirlerin sayısı arttıkça, mevcut stoklar tükendi, şehirde kıtlık başladı. Çocuklarını, yaşlılarını yollarda, yaşlı gözlerle terk edenlere çok rastladık. Aç ve hasta olanlar bir lokma yiyecek için ne risklere giriyorlardı, anlatmaya dilim varmıyor. Bir gün 6-7 gencin korumasında fırında pişen ekmeklerden birinin kaçırılma olayını bizzat yaşadım. Orta yaşlı bir adam hızla gelip, gençlerin arasına daldı ve ekmek leğeninden bir ekmek alıp kaçmaya başladı. Gençler, şahsı kovalamaya başladılar. Ekmeği kaçıran adam hem koşuyor, hem de ekmeği parça, parça koparıp ağzına atıyordu. Nihayet gençler kaçan şahsı mahallenin çeşmesinin yanında yakaladılar ve ekmeği almak için sıkıştırdılar. Şahıs yere diz üstü çöktü, ekmeği kucağında saklamak için yere yarı vaziyette kapaklandı ve lokma, lokma koparıp yemeye devam etti. Bu arada epeyi de dayak yedi, ama ekmeği de bitirdi. Bu nedenle Cenabı Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin ve bir daha o acı günleri bu millete göstermesin.”
İkinci olayı ise; annemden dinlemiştim. Bu hadiseyi rahmetli annemin anlatımıyla kaleme alalım.
“Seferberlik yıllarıydı. Biz o tarihte Antep’te oturuyorduk. Babam zengin bir adamdı ve nakit parası vardı. Önceden tedbir aldığı için biz kıtlık yıllarının ızdırabını çok çekmedik. O günleri az zararla geçirdik. Bir gün babam eve yaşlı gözlerle geldi. Gördüklerini ev halkına anlatmaya başladı. “Bugün biraz et almak için mezbahaneye gittim. Kesilen bir öküzün kanını fesinin içine dolduran bir tanıdığa rastladım. Kendisine sorduğumda fesine doldurduğu kanı pıhtılaştırıp yemek üzere çocuklarına götüreceğini söyledi. Bende kendisine; kanı yere dök, ben sana yemek üzere bir şeyler yollayacağım” dedim, ve festeki kanı yere döktüm.”
Rahmetli babam yarım çuval kadar pestil ve tatlı sucuğu anneme verdi. Tanıdığı adamın evine ailenin yetişkin gençleri muhafazasında yolladı.”
Bu üçüncü hadiseyi ise rahmetli Nuri amcamdan dinlemiştim. Savaş yıllarıydı. Halep’ten Urfa’ya geliyordum, azığım yoktu. Açlığım had safhaya gelince atımın dışkısındaki sindirilmemiş arpaları topladım, yıkadım, bir teneke üzerinde kavurup yedim.
Evet sevgili Hizmet okuyucularım; bu ve buna benzer kıtlık yıllarında yaşanmış yüzlerce olayı anlatmak mümkündür. Bugün Allah’a şükür zengin ve imkânı bol bir ülkede yaşıyoruz. Ve gerçekten de gıda üretiminde de kimseye muhtaç durumda değiliz, ama çok boyutlu israf ve bilgisizlik nedeniyle yoksulluk artık bizim de kapımızı zorluyor. Bana göre; israfı önlemede en önemli görev bireylere, ailelere, kamu kurum ve kuruluşlarına, din adamlarına ve basına çok fazla iş düşüyor.
Dürüst ve şeffaf bir toplumda; lütufta geride, kahırda önde olan dostlarınızın çok olması dileğiyle kalın sağlıcakla