Selahattin E. Güler
1 Nisan 2022
Merhum şairin evine geçmeden önce yeni neslin onu tanıması için hayatı hakkında özet bilgiler verelim. Adı Yusuf Nabi olan şairimiz 1642 yılında Urfa’da Hacıgaffarzâdeler Ailesi’nin bir ferdi olarak doğmuştur. Babasının adı Seyyid Mustafa’dır. Evlâd-ı resul olduğu söylenir. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması bir el-Fütuhatü’l-Mekkiye’nin iç kapağına yazdığı kayıttan anlaşıldığına göre babasının adı Seyyid Mustafa, dedesi Seyyid Mahmud, dedesinin babası Seyyid Muhammed Bakır ve onun babası da Şeyh Ahmed-i Nâkşibendî’dir. Çocukluk ve gençlik yılları Urfa’da geçmiştir. Ancak bu dönemleri hakkında bilgi yoktur. Bir rivayete göre Urfa’da arzuhalcilikle (dilekçe veya mektup yazıcılığı) meşgulken mutasarrıfın dikkatini çekerek onun telkinleriyle (25 yaşında) 1666’da İstanbul’a gitmiştir.
İstanbul’a giden Nâbî orada umduğunu bulamamış, hayal kırıklığı yaşamıştır. Bu sırada vezir Musahip Mustafa Paşa’ya bir medhiye yazarak onun himayesine girmiştir. Bu paşa ile birlikte IV. Mehmed’in Lehistan Seferi’ne katılmış, Fetihnâme-i Kamaniçe adlı eserini kaleme almış ve bu eseriyle Sultan IV. Mehmed’in takdirini kazanmıştır.
Edirne’de şehzadeler için yapılan sünnet düğününde bulunmuş ve burada gördüklerini Surnâme adlı eserinde kaleme almıştır. 1678-79 yılında Hac farizasını eda etmek için padişahtan izin ve Rami Mehmed’i de yanına alarak Urfa yoluyla Medine-i Münnevvere’ye varan Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hudâ’dır bu” mısraıyla başlayan ünlü nâat gazelini bu sırada kaleme aldığı kabul edilmektedir. Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdalığına yükselen şairin Tuhfetü’l Harameyn adlı eseri bu seyahatin ürünüdür.
Kendi isteğiyle kethüdalık görevinden ayrılan Nâbî, çevresinin vefasızlığından yakınmış ve sitem dolu Kaside-i Azliyye’yi kaleme almıştır.
1683 yılında Mustafa Paşa’nın saraydan uzaklaştırılması üzerine, onunla birlikte Boğazhisar’a (Seddülbahir) gitmiş ve Paşa’nın 1687’de vefatı üzerine Halep’e yerleşmiş ve orada evlenmiştir. Oğulları Ebulhayr Mehmed Çelebi ve Mehmed Emin burada dünyaya gelmiştir. Halep’e vali olarak atanan Baltacı Mehmed Paşa, Nâbî’ye büyük yakınlık göstermiştir. Bu dönemde II. Süleyman ve II. Ahmet’in tahta çıkıp tahttan inişlerine tanık olan Nâbî, sessiz kalmış; II. Mustafa ve III. Ahmed’in tahta çıkışına ise birer cülus kasidesi yazıp yollamıştır. Padişah III. Ahmed, Nâbî’yi eskiden beri tanıyıp sevdiğinden ona hediyeler göndermiştir. 1706 yılında Çorlulu Ali Paşa tarafından malikânesi elinden alınan ve aylığı kesilen Nâbî, çok üzülmüş ve bunun üzerine “Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz” diye başlayan meşhur gazelini yazmıştır.
1710 yılında ikinci kez sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, İstanbul’a giderken Nâbî’yi de beraberinde götürmüştür. Nâbî, böylece uzun yıllar hasretini çektiği İstanbul’a yerleşmiştir. Onun İstanbul’a gelişi dönemin birçok şairi tarafından sevinçle karşılandı. İstanbul’da yeniden devlet görevi alan Nâbî, iki yıl sonra vefat etti ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Merhumun 12 kitabı bulunmaktadır.
1. Divân.
2. Hayrinâme.
3. Hayrâbâd.
4. Tuhfe-i Dilkeşi Nâbî.
5. Tuhfet’ül Harâmeyn,
6. Tercüme-i Hadis-i Erba‘in,
7. Zeyl-i Siyeri Veysi.
8. Münşeat.
9. Fetihnâme-i Kamâniçe.
10. Surnâme.
11. Gazanâme.
12. Farsça Divançe.
Divan Edebiyatı’na adını altın harflerle yazdıran Nâbî, klasik şiirimizde hikemi (uyarıcı, düşündürücü ve aydınlatıcı) ekoluyla yeni bir çığır açmış eşsiz bir şairdir. Döneminde ‘Ekmel-i Şuara-yı Rûm’’ (Anadolu şairlerinin en mükemmeli) ve ‘Melikü’ş-Şu’ara’ (Şairlerin sultanı) diye vasıflandırılmıştır. Böyle bir isimlendirme herkese nasip olmamıştır. Birçok edebiyatçı ve akademisyen Nâbî ve eserleri üzerine onlarca çalışmalar yapmıştır.
Urfa’da “Şair Nâbî” adını taşıyan bir ilköğretim okulu, bir mahalle, bir kütüphane, bir cadde ve bir kültür merkezi mevcuttur. Ancak bu yeterli değildir. Onun doğduğu ev biliniyor. Bu ev, Camii Kebir Mahallesi Demokrasi Caddesi 1359. Çıkmaz Sokak içerisindedir. Birkaç kuşak torunları da halen hayattadır ve onun doğduğu evin bir bölümünde yaşamaktadır. Onlardan biri de bir süre Camii Kebir Mahallesi Muhtarlığı yapan 1934 doğumlu Hacı Mustafa Hakkı Kaysı’dır. 1978 yılında vefat eden annesi Zeliha Kaysı Hacıgaffarzâde Ailesi’ne bağlıdır. Aile 300 yıldan fazla bir süre Nâbî’nin doğduğu evde yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Ev, klasik tarzda inşa edilmiş çok geniş bir alana sahip klasik Urfa evlerinden olup, müştemilatında misafir odaları, haremlik-selamlık, kahve ocağı ve develik gibi bölümler bulunmaktadır. Sonraki yıllarda ihtiyaçtan olsa gerek bu geniş ev, altıya bölünmüş ve ailenin diğer fertleri tarafından iskân edilmiştir.
Nâbî’nin şu anda hayatta olan torunlarının Urfa’nın yerel yöneticilerinden bir ricaları var. Yetkililer gelip bu evleri alıp istimlak etsinler, eski evin alanı üzerine inşa edilmiş yapıları yıksınlar, eski ev meydana çıksın ve bunu da “Şair Nâbî Müzesi” yapsınlar. Hem onun doğduğu ev meydana çıkmış ve hem de restore edilerek korunmuş olacaktır.
Bu konu defalarca yerel gazetelerde gündeme getirilmiş, ancak duyarsız yerel yöneticiler konuya ilgi duymamışlardır. Şu an bu konuya kulaklarını tıkamış olan Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, hiç ilgisi olmadığı halde Hekimdede Mahallesi’nde bir evi restore ederek “Şair Nâbî Evi” olarak düzenlemeyi düşünüyor. Allah kimsenin basiretini kapatmasın, merhumun doğduğu ev bilinmesine rağmen bunu görmezden gelmek, akıl ve mantığı saf dışı bırakarak uydurma bir ev üretmek akl-ı selim işi midir? Koskoca Belediye’de bu konuyu olması gereken şekilde halledebilecek gerçek Urfalı biri yok mudur?
Eski evin alanı üzerine yapılmış olan altı evden ikisi bir iş adamı tarafından çok ucuza satın alınarak 11 odalı bir konukevi yapılmıştır.
Şimdi Belediye yetkililerini sağ duyulu davranmaya çağırıyoruz. Yanlış şeyler yapmayın tarih sizi affetmez. Şair Nâbî’yi gerçekten bir edebiyat devi kabul ediyorsanız, onun için son bir vefa görevi yapıp eski evini alıp müzeye çevirin. Orada, yazdığı kitapların elyazmaları, bu kitaplar üzerine çalışılmış yeni kitap ve makalelerin örnekleri konulabilir. Keza merhumun bal mumundan bir temsili yapılabilir. Ailenin verebileceği eşyalar sergilenebilir. Böyle bir imkânı kullanmak varken yaşamadığı bir mahalledeki bir evi onun eviymiş gibi yutturmak akıl, mantık, tarih ve kültüre de ters düşer. Gelecek nesiller tarafından hayırla anılmak için vakit çok değil…