Reşat Kızılateş
12 Mayıs 2008
Türkiye çok garip bir ülke!
Ne tam demokrasi var, ne tam feodal yapı, ne oligarşi, ne de teokrasi…
Hiçbiri tek başına tam hakim olamamış Anadolu’da.
Ama hepsinden kırıntılar da alınmış bir şekilde.
Yazılı kanunlar, ahlak kuralları, din kuralları, töre, feodal kurallar gibi toplumun hareket alanını belirleyen yaptırım ve kaideler küçük parçacıklar halinde bir araya gelerek yeni bir yönetim anlayışını doğurmuştur. Literatürde olmasa da bugün buna ‘Türk Usulü Demokrasi’ demek daha doğru olur.
Türkiye’yi garip kılan bir başka unsur da kendi kimlik sorunudur.
Ne doğulu, ne Batılı; ne Avrupalı, ne Asyalı…
Kimliğimiz ve yerimiz net değil yani!
Bazen Avrupalı olmaya çalışıyoruz, bazen yaptıklarımızla Doğulu olduğumuzu tescil ediyoruz…
200 Yıldır kendimize Avrupalı dedirtmek için bir çemberin etrafında yürüdük durduk. Aslında çok yürüdük; bıkmadan, usanmadan. Ama dairesel bir yolda yürüdüğümüz için bir süre sonra yine aynı yere geldik.
Başa yani!
Bir türlü dedirtemedik o sihirli sözü Avrupalılara!
Madalyonun bize bakan tarafı bize parlak göründüğünden ve herkesin bizimle aynı açıdan baktığını düşündüğümüzden bir anlam veremedik bir türlü olanlara…
Oysa madalyonun bir tarafı daha var; Avrupa’ya dönük tarafı.
Bizim göremediğimiz ya da görmek istemediğimiz taraf yani…
Dev aynasından bakınca dünyanın en güçlü devletlerinden biri olarak görüyoruz kendimizi.
Oysa halkın yaşantısına bakınca yüzde 10’un üzerinde bir işsizlik (resmi rakamlara göre) var. Açlık ve yoksulluk sınırının altında milyonlarca insan yaşıyor (veya yaşamaya çalışıyor)…
Bir taraftan bir Türk dünyaya bedeldir diyoruz ama bir taraftan da bir Amerikalının dudaklarının arasından çıkan bir sözü günlerce altın tepside servis yapıyoruz birbirimize.
Gayrisafi milli hasılada kişi başına 6 bin dolar (pardon! 9 bin dolar oldu ya bir gecede) düşüyor. Düşüyor düşmesine de bir taraftan Türkiye’deki yüzde 80’lik gelirin, yüzde 20’lik bir kesimin cebine gittiği de bir gerçek! Yani kocaman bir gelir uçurumu!
Bir taraftan Avrupa Birliği’ne girmek için nutuklar atıyoruz (sadece nutuk ama), bir taraftan adamları ‘gavur’ ilan edip Türkiye’yi bölmeye çalışan kocaman bir şer cephesi olarak lanse ediyoruz (Adamlar sana zorla gel gir demiyor ki)…
Bir taraftan Batı Medeniyetini siyonizmin kuklası olarak görüyoruz bir taraftan sıkıştığımızda onlara sığınıyoruz. Büyük Ortadoğu Projesinin büyük ortağı olmak için can atıyoruz. Büyük şirketleriyle ortak olmak için her dediklerine boyun eğiyoruz…
Bir taraftan siyasi partiler demokrasimizin vazgeçilmez unsurlarıdır diyoruz bir taraftan hala parti kapatmalarla gündemimizi meşgul ediyoruz…
Bir taraftan Taksim’de miting yapmak isteyen işçileri engellemekle zafer kazanmış bir komutan gibi göksümüz kabarıyor (bu zafer olsa olsa *Pirus Zaferi olabilir), bir taraftan sabahlara kadar içki içerek ‘taciz’ avına çıkan yüzkarası insanlara ve maç holiganlarına Taksim’i sınırsızca açıyoruz…
Bir tarafta insan haklarından bahsediyoruz, bir tarafta elinde bir dövizle yürümek isteyenlerin üzerine yürüyoruz…
Bir tarafta kendi içimizdeki sorunları, anti demokratik uygulamaları görmezden geliyoruz, bir taraftan ne zamanki bir Avrupa başkentine gidiyoruz orada demokrasi havarisi kesiliyoruz.
Bir taraftan nüfus planlaması için ülkede seferberlik ilan ediyoruz, bir taraftan 3 çocuk laflarını dilimize doluyoruz…
Bir taraftan… Bir taraftan…
Bu taraflar çok!
Bu her bir taraf bir çelişkimizi, bir tezatımızı yansıtyor.
Her bir taraf madalyonun bir tarafı aynı zamanda…
Ne zamanki her iki taraftan bakınca kendimizi aynı görür ve dairesel yoldan çıkıp dümdüz yola gireriz o zaman çelişkiler denizinden karaya çıkmış oluruz.
O yola girdikten sonra Avrupa ister bizi alsın ister almasın. Kimin umurunda olur…
*Pirus Zaferi: Çok kayıplar verilerek kazanılan, aslında kazananı ve kaybedeni belli olmayan savaş için kullanılır.