Bülent Okutan
21 Şubat 2007
Yazımın başlığı ilginizi çekmiş olabilir. Ne yalan söyleyeyim Fatih Kısaparmak’ın “Bu adam, benim babam” türküsünden esinlendim. Ve bende “Bu benim kızım” deyiverdim. O dünyaya gözlerini açtığında şanlıurfa Sosyal açıdan belki de tarihinin en kısır yıllarını yaşıyordu. Kentte sinema yoktu. Tiyatro hak getire. Üniversite ise henüz kurulmamıştı. Bir baba olarak onun geleceğini, en karamsar duygularla düşündüğüm günler ise az değildir. Bir kız çocuğu babası olmuştum ve kızım gözlerini o an için ve sonrası şüpheli, karanlık bir dünyaya açmıştı ne yazık ki. Her ebeveyn gibi onu en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım. Okuma yazmayı öğrendiği yılların hemen ardına, internet gibi teknolojiler yetişmişti ama, yaşadığım şehir bir şeylere, bir türlü yetişememişti hala. Kalemimi bu şehrin gelişimi, sosyal hayatın oluşum ve idamesi gibisi bir çok konuda kullanırken o benim hep ateşleyicim olmuştu bu nedenle. şanlıurfa’da ki geleceğin genç kızları ve o günün kız çocukları adına. Üniversitenin kurulması ile birlikte bir şeyler değişmeye başladı. Oysa o yıllarda, o henüz 3-4 yaşlarındaydı. Ama artık kentte genç nüfusun bir ağırlığı, kendini hissettirmesi iyiden iyiye gözlenir olmuştu. Gençler kendilerini ifade eder, taleplerini o yıllarda, az da olsa hissettirir hale gelmişlerdi. Bu iz düşümü giderek arttı. Pazar günleri Bahçelievler sokakların da siyah takımlı, beyaz gömlekli (Gömlek yakalarında mendil bulunan) ağır ağbilerin gezdiği seneler geride kalmaya başlamıştı. Artık bırakın ara sokakları, kentin ana artellerin de kucakları kitap dolu, sırtlarında siyah kılıfları içinde gitar, saz taşıyan gençler dolaşıyordu. Gençler bu kentte bazı fitilleri ateşlemeye başlamıştı. Adı sanat ve kültürle bir anılan şehre yakışan da buydu. Nice ünlü sanatçıya gevende damgası vurulup, hor görülen bir kentte bazı değerler ön plana çıkarılıp, yanlışlar da yüze vurulmaya başlanmıştı artık. Bunun mimarı gençlerimizdi. Burada katkı sadece üniversiteden gelmedi tabi. Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi gibi eğitim kurumları ve can siparane çalışan Reşit Helvacı gibi hocalarımızı da unutmamak gerek. Ama kenti yönetenlerin zerre kadar katkısı yoktu. ışte tüm bunlar olup yaşanırken, bir kız çocuğu babası olan ben de, bir genç kız babasıydım artık. Ama bir şeyler yıkılmıştı o ilk güne nazaran. Kızımın dünyaya merhaba dediği o ilk güne, üniversitenin kurulduğu o ilk güne, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesinin kurulduğu o ilk güne ve bir çok ilk güne inat. Geçtiğimiz hafta sonu Belediye’nin şair Nabi Kültür Merkezi’ndeydim. “Amca sana insan diyebilirmiyim”adlı tiyatro oyununu izlemek için. Salon hınca hınç dolu. Ve oyun öncesi ilginç anonslar ; “Bir çok sanat düşkünümüz dışarda kalmıştır. Yer açmak adına lütfen çocuklarınızı kucağınıza alırmısınız” gibisinden… Fakıbaba ve A Takımının biraz rötarlı da olsa gelişinin ardından oyun başladı. Bir an kalbimin sıkıştığını hissettim. ılkokulda iken şimdiki Emek sinemasının olduğu binaya, sınıflar halinde eğitim içerikli filmler izletilmeye götürülürdük sınıfça. Işıklar sönünce de böyle olurdum. Alnımda boncuk boncuk terler oluşurdu. O aklıma geldi. Sönen ışıkların ardından güzel seçilmiş bir melodinin notaları salonu kapladı. Yüzlerce çift göz, sahnenin aydınlanmasını bekliyordu merakla. Aydınlanan sahnede ilk olarak benim yaşamımı aydınlatmış bebek yüzlü gencecik bir kız, bir çift gülen göz gördüm. Kulaklarım uğuldadı. Gözlerim doldu. Sanki salon da tek seyirci bendim. Öylesi bir uzay boşluğuna yuvarlandım kısa bir an. Gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti, bu kentin karanlık, yarı karanlık ve geleceği soru işaretli dünü. Ama başarmıştık işte. Hem de hep birlikte. Hafifçe eğilip o gecenin mimarı Fakıbaba’ya baktım. Yüzünde bir tebessüm oyunu izliyordu, keyifliydi. Sağ omuzumun üstünden arka sıramda oturan değerli dostum, Doktor Müslüm Sunay’a eğilerek fısıldadım: “Hocam, bu benim kızım”