Bülent Okutan
16 Şubat 2007
1985 Yılı. Soğuk bir şubat akşamı. Viyana’da metrodayım. Yanımda ıstanbul’lu okul arkadaşım Deniz var. Bir heykel sergisinin açılışı için yerin yedi kat dibinde yol alıyoruz. Akşamın erken bir saati ve banliyönün içi tıka basa dolu. şans ya benim de yanı başıma kürklü bir Avusturyalı hatun ve onun sevimli (nasıl sevimliyse) Alman Kurt köpeği düşmüş. ıtin ağzında kafes gibi bir şey var. Kafes iti korumak için değil, bizi ondan korumak için takılmış bir nesne. şartmış oralarda bu tip önlemler. Yanımda ki pancar yüzlü, yaşlı, Viyanalı amcanın, olması gerekenden büyük kaba etli bölümü yüzünden, sağ baldırım itin ıslak burnuna yapışık vaziyette. Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete. Hayvanın ıslak sıcak nefesini baldırımda iyiden iyiye duyuyorum. Nefes neyse de, benim kaygım itin Alman kökenli olmasından dolayı, ırkçılığının kabarmaması. Türk olduğumu anlar da, ya ısırırsa diye tasalıyım. Hoş gerçi kafası dazlak değil ama. Deniz’e döndüm ve itin duyamayacağı kadar kısık bir sesle sıkıntımı anlattım; “Lan Deniz bu it iyice yanaştı. Isırdı ısıracak. Napayım” dedim. Deniz bir ite baktı, bir de bana ; -“Isırmaz bu. Hayvan evcil. Hem ağzında kafesi var korkma”dedi. Korkma ha? Baldırı itin ağzına sıfır olan benim. Neyin korkması. “Ya kafesi düşer, müşerse” dediğimi hatırlıyorum. O Avrupa’da benden eskiydi. Oldukça kendine güvenen bir eda ile yanıtladı ; -“Burası Avrupa oğlum. O it seni ısırırsa hayatın kurtulur. Bunun bir sürü yolu var. Dua et de ısırsın. Bu kadını dava edersin bir. Metro şirketini edersin iki. Belediyeyi edersin üç. Dünyanın parasını alırsın, hayatın kurtulur” Gözlerim ışıldadı. Beş durak ısırılmayı bekledim. Ama ısırmadı. Ben bunu niye anlattım? Ceylanpınar’da yaşanan ihmal yüzünden. Çünkü o yıllardan sonra Türkiye’de ne zaman ihmal sonucu insanlar yaşamını yitirse hep aklıma bu banliyö anım gelir. Benim ki basit bir ısırılma vakasıdır ve olması durumunda çok kişi büyük bedeller ödeyecekti. Oysa ülkemde onlarca insan yıllarca bedavadan yaşamını yitirmiştir. Hem de yok yere, hem de müsebbibi (yani suçlusu) olmadan. Ceylanpınar olayına şöyle üstten bir bakalım. Kurum devletin. Yol devletin. Köprü devletin. Süt sağım ihalesini yapan devlet. ıhalenin şartnamesine, taşınacak insanlar için, prosedüre uygun araç tahsisini isteyen de devlet. Bu yol güzergahında kontrolü sağlayacak olan tabii ki devlet. Sütü sağacak olanların yaşının 17 den küçük olmamasını isteyen, bu konuda kanunları bulunan yine devlet. Suçlu kim? Bu işçileri kamyona tıkıp gönderen müteahhit. O zaman vurun abalıya… ısterseniz gelin bu sütleri birlikte sağalım. Bir. Bu kurumda süt onlarca yıldır sağılıyor. ıki. Bu sütleri sağanlar yine onlarca yıldır kamyon üzerinde gidip geliyor. Üç. Sütleri sağanların çoğunun yaşının küçük olduğunu o devlet kuruluşunun yöneticileri biliyor ve sesini çıkarmıyor. Dört. Kurumun işçi taşıma saatleri belli ve o belli saatlerde yüzlerce kamyon, kasası balık istifi insanla gidip geliyor ve trafik bunu es geçiyor. Beş. O derenin ismi Çırpı değildir. Cırcıp’tır ve Islahı projelendirilmiştir. Neredeyse 30 yıldır gündemdedir ama edilmemiştir. (Vali bey olay günkü açıklamasında bu tip derelerin ıslah edilmesi gerektiğini söylemiştir, bu ıslahtan haberdar edilmediğinden midir nedir onu bilemem) Altı. Bu çiftlik dünyanın sayılı çiftliklerindendir ve sadece süt sağanlar değil. Neredeyse tarım işçilerinin yüzde sekseni bu yöntemle taşınmaktadır. Yedi. Yukarda saydıklarıma hep göz yumulmuştur. Sekiz. On kişi boğulmuş, bir müteahhit suçlu olarak göz altına alınmıştır. Bu böyle dokuz, on, onbir, oniki hatta doksansekize kadar gider. Söylermisiniz burada suçlu kim? O on insan ne yoluna, neye kurban gitti? Bir hiç uğruna, saati bilmem kaç kuruşa süt sağma sevdasına. Ve ortada tek suçlu var. Yalova’nın Veli Göçer’i gibi. Ahhh, ahhh o akşam Viyana’da o it beni ısıracaktı ki. Ve bir ısırıkla benim hayatım kurtulacaktı. Ama nerede bende o şans. Isırmadı işte.