Bülent Okutan
31 Ocak 2007
Osmanbey Kampüsüne girdiklerinde Toros marka taksiyi kullanan şoför gözünü yoldan ayırmadan, geriye doğru hafifçe kaykılıp sordu.
-Abla nereye?
Fahriye babası emniyetten emekli Bekçi Emin’in koluna takılı Serum’u biraz daha yukarı kaldırıp yanıtladı;
-Tıp Fakültesi’ne çek.
Aynadan arka koltuktaki iki yolcusuna bakan taksici şerif’in gözbebekleri birer soru işaretine dönüşmüştü. “Fakülte mi? Ne fakültesi?” Kısa bir süre önce taşaron bir müteahhidi getirdiğini anımsadı.
Jet hızıyla bitirilen ve içinde her biri bilmem kaç bin dolarlık Kuğuların yüzdüğü havuzlu sosyal tesisin yanında ki yola saptı. Bina karşıdaydı işte. Otomobil çok hızlı olmasa da şoför şerif durmak için frene bastığında araç hafifçe kaydı. ınşaat halinde olan binanın önünde ki beton zeminin üstü deniz kumuyla kaplıydı az da olsa.
Fahriye hızla soldan inip, babasının oturduğu sağ tarafa yönelerek kapıyı açtı. Baba oflayıp, puflayarak inerken şerif aracın arka kısmına eğilip sordu. Aslında başka bir şey soracaktı ama, onu ne ilgilendirirdi ki;
-Abla ben gideyim mi bekliyeyim mi?
Fahriye başını kaldırıp binaya baktı. Kocaman giriş kapısının üstünde pırıl pırıl pirinç harflerle “TIP FAKÜLTESı” yazıyordu. Yanında ki koca duvarda da Atatürk’ün o güzel sözü; “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz”
Aradığını bulmuş olmanın verdiği mutlulukla parlayan gözlerle parayı uzatırken yanıtladı;
-Yoh sen git. Biz yatış yapacaz. Böyle getir götür olmuyo hastanelere. ıyice azdı artık hastalığı
şerif anlamamıştı, ama kalmanın da bir alemi yoktu. Az önce fren yaparken kaydığı beton zeminde ki deniz kumlarının üstünden, bu kez patinaj yapıp kalktığı taksisi ile yola koyuldu.
Binanın ana girişine yönelen Fahriye biraz şaşırmıştı doğrusu. “Fakülte tamam, levhası bilem ne asılmış” demişlerdi ama sanki eksik bir şeyler vardı. Koyu gri renkte, henüz kurumamış, çimento merdivenleri çıkarken yan taraftan gelen bir sesle irkildi baba-kız.
-Ablaaaa dikkat edin ayağınıza mıh batmasın. Merdivenlerin kalıpları yeni söküldü. Paslıdır. Tetanoz olursuz vallah.
ıkazı yapmanın vakurluğuyla amele şükrü, elinde bulunan yirmi litrelik yağ tenekesinde ki suyu önünde ki havuz gibi çimentonun ortasına boca etti.
Fahriye binaya girerken biraz daha tedirgin oldu. Bir şeyler eksikti ama. Seksenini devirmiş tekayüt Emin Efendi ise biricik kızının kendisini oraya niye getirdiğini anlamaya çalışıyordu, etrafa baktığı feri yitmiş gözleri ile.
Babasının koluna takılı serumu biraz daha yukarı kaldıran genç kadın karşısına çıkan, üstü başı toz toprak içinde, kulağının arkasında kalem, elinde testere olan gence yöneldi ve seslendi ;
-Kardeş Başhekimin odası neresi? Bir sevkimiz varda, işleme koyduracaz.
Doğramacı kalfası Hame, ustaları konuşurken duymuştu nerenin Başhekimlik yapılacağını. Bilgiç bir eda ile yanıtladı ;
-Abla az ilerde asansör boşluğu var. Onu geç sola dön. Kireç yığınağı var. Karşısındaki kapı.
Binanın içi nemli ve soğuktu. Babası belli ki son zamanlarda moda olan Gaffur pijama altı ile üşüyor gibiydi. “Alt katlar belki de tam bitmemiş” diye düşünerek yürümeye devam etti. Asansör boşluğunun orada bir kalabalık vardı ve bağırtılar. Biri iyice feryad figan ediyordu;
-Yav heç mi ip yok garibi bağlayıp, yukarı çekah. Biri şakülcü”yü bulsun onun iplerini kullanırız.
Kalabalığın yanından geçerken aralarında geçen konuşmadan durumu anlamaya çalıştı. şişman olan bıyıklı etrafa olayı özetliyordu. Düşük bel gibi duran ama aslında öyle olmayan, göbeğinden dolayı o konumu almış pantolonunu, kemer köprülerine parmaklarını geçirerek yukarı çekerken anlatıyordu;
-Bu hasta yakınıymış. Biri buna fakülte bitti levhası bile asıldı, dayzay oğlu da üçüncü katta Onkoloji’de demiş. Sen gel asansöre binecem diye önüne bakma, ha bu hale, dolayısı ile de aşağı düş.
Fahriye tarif edilen odanın önüne geldiğinde bir şeylerin artık yanlış olduğunu kavramaya başlamış gibiydi. Oda tamamdı da, ne kapısı vardı, ne de içerde Başhekim. Elinde ki mala ile kapı çerçevesine sıva yaparken babasının çubuklu pijamasını merakla süzen gence yaklaştı.
-Kardeş Kardiyoloji bu katta mı?
Genç izmaritine kadar içtiği sigarayı ayaklarının önüne atıp, kireç bulaşığı ayakkabısının burnu ile ezerken yanıtladı;
-Abla biz bu gün başladık. Yan koridordakilere sor onlar bilir bence.
Koridorda bir tek kişi vardı. Son bir umutla genç kadın ona yöneldi. Bir naylon torbaya doldurduğu tahlil sonuçlarını da apar topar çıkarırken başladı derdini de anlatmaya ;
-Hocam bunun son zamanlarda çarpıntısı arttı. Gece olur olmaz kalkıp kalbim deyip deyip duri. Ha bunlar da EKG’leri özelde çektirdih. şeyse yatırah artık bura dedim, getirdim.
Elinde ki keseri yanında ki duvarın üzerine koyan kasketli garip garip baktı Fahriye’nin yüzüne. Tekayüt Emin Efendi’nin ise dizleri kesilmişti artık soğuktan. Titreyerek duruyordu emektar ayaklarının üstünde. Durumu çabuk kavradı inşaat ustası ve tebessümü kirli sakallı yanaklarını sararken, tok bir sesle konuşmaya başladı;
-Anam ben kalıpçıyam. Anlamam öle EKG, MKG’den. Belli ki siz yanlış anlayıp gelmişsiz. Bura daha bitmedi. Ohoooo kimbilir ne zaman biter. Sen al ihtiyarı, şeherde ki fakülteye götür.
Biliyordu aslında Fahriye, anlamıştı bir şeyler eksikti. Ama levhası vardı. Hemide, kocaman duvarında da o atasözü. Madem bitmemişti de onları niye asmışlardı ki, bitmiş gibi.
Az önce çıktıkları merdivenleri, babası ile kös kös indiler. şimdi nereden taksi bulacaktı bu Allahın dağ başında. Anayola kadar yürüyeceklerdi çaresiz. Yola koyuldular. Cırcır böceklerinin sesinden başka ses duyulmuyordu etrafta, bir de babası ile onun ayakkabılarının altında ezilerek gıcırdayan kumların sesi.
Aniden sessizliği bir hoyrat böldü. Baba kız durup geriye baktılar. ınşaatın en üst katında kolonların demirlerine tel bağlayan usta kenara oturmuş, bir eli kulağında türkü molası vermişti besbelli. Tekrar babasının kolunu sıkıca tutup yürümeye başladığında demirci ustası kendini söylediği türküye iyice kaptırmıştı ve devam ediyordu ;
“Tabiiiiipppp seeennn elleeeemeee beniiiimmm yaramıııı
Beniii bu dertlereee salanııı getiirrrr
Kabul etmeeeemmm birrr güüünnn eksiiikkk oluuursaaa”
Evet birileri bizim bu haberin fotoğrafında olduğu gibi eksik olan bir şeyleri tamam gibi göstermeye çalışmıştı, ama tamam değildi ne yazık ki. Ne alemi vardıysa, o tabelayı apar topar asmanın. Eeee burası Türkiye…