Ali H. Demir
30 Ocak 2007
Eğitim önceleri bireylerin, grupların kendiliklerinden yürüttükleri bir faaliyet iken özellikle son iki yüz-üç yüz yıldır devletin önemli görevlerinden birisi olarak görülmeye başlamıştır. Son iki yüz-üç yüz yıldır pek çok ülkede eğitimin genel çerçevesine dair ilke ve kurallar devlet tarafından belirlenip içeriğin belirlenmesi toplumdaki çeşitli grupların inisiyatifine bırakılırken bizim ülkemizde her yönüyle eğitim faaliyeti devletin tek elindedir. Ülkemizde özellikle merkeziyetçi yönetim anlayışının da etkisiyle devlet eğitim hizmetini hemen tüm yerleşim yerlerinde Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla bizzat kendi eliyle veya gözetim ve denetiminde doğrudan yerine getirmeye, yapmaya çalışılmaktadır. Okulların yapılması, bakımı, onarımı, personelinin atanması, yer değiştirmesi, kullanılacak araç gereç tümüyle Milli Eğitim Bakanlığının inisiyatifindedir. Okul sayılarının fazla olması nedeniyle yukarıda kısmen değinmeye çalıştığımız tüm ihtiyaçların karşılanabilmesinde büyük sorunlar yaşanmaktadır. Okullar yapıldıktan sonra bakım, onarım konusu ve gerekli olan araç gerecin temini konusunda finansal destek eksik kalmakta, bakanlık tüm okulların her türlü ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekmektedir ki aslında bu gayet doğaldır. Zira milyonlarca öğrenci, on binlerce okul, yüz binlerce öğretmen ve daha pek çok sayısız personel, kurum ve kuruluşa yönelik bir faaliyeti tek elden organize edebilmek, destekleyebilmek mümkün görünmemektedir. Okullara bakanlıktan düzenli bir finansal destek sağlanamamaktadır. Okullardaki ihtiyaçlar okul idarecilerinin kişisel becerisine kalmaktadır. Her okul idaresi öğrenci velilerinden bir şekilde finansal destek sağlamaya çalışmak zorunda kalmaktadır. Okula öğrenci gönderen velilerin sağladığı finansal desteğe karşın okulun işleyişinde söz sahibi olmaları mümkün değildir. Bu konuda yasal engeller bulunmaktadır. Gerçi okul aile birliği gibi bir takım kurumsal yapılar aracılığıyla okul aile arasında bir takım ortak etkileşim alanları oluşturulmuştur. Ancak bu kurumsal yapıların görevi daha çok okulun ihtiyaçlarını karşılamada destek görevini yürütmeye çalışmakta bu destek de daha çok maddi destekten öte geçmemekte, bir bakıma bu tür yapılar velilerin yapacakları maddi katkıların yasallaştırılması amacıyla oluşturulmuş platformlar durumunda kalmaktadır. Bir bakıma bu kurumsal yapılar eğitim kurumlarının geliştirilmesinde etkin görevler üstlenememekte, eğitim sisteminin geliştirilmesine gereken katkıyı yapamamaktadır. Bu durumun değişik nedenleri olmakla birlikte ailelere söz hakkı verilmemesinden de kaynaklanmaktadır. Aslında parasal destek sağladığı kurumun çalışmasına da katılma hakkı verilmelidir. Bu hak verilmediği gibi aileler, veliler bu konuda talepte de bulunmamaktadır. Aslında yönetim, eğitim sisteminin kurucusu ve işleticisi olan genel yönetim bireylere katılım imkanı sağlayan ortamlar oluşturmalıdır. ınsanlar kendilerine sorulmadığı için fikirlerini söylemiyor olabilir. Ancak bu imkan/hak verildiğinde insanlar fikir açıklamaya alışırlar. Bu alışkanlık demokrasi kavramını güçlendirir. Bu alışkanlığın ortaya çıkarılmasının sorumluluğu yöneticilerdedir. Yöneticiler toplumu oluşturan bireylere düşüncelerinin önemli olduğu anlayışını hissettirmeleri gerekir. Bu yapıldığı takdirde bireyler de yavaş yavaş konuşma, düşüncelerini ifade etme alışkanlığı kazanırlar. Toplum bireylerden oluşur, bireyler tek tek sahip oldukları güçlerini bir araya getirerek muazzam işler başarabilir. Ancak bu bireysel güçlerin ortak bir hedef etrafında birleştirilmesi gerekir. Ortak bir hedef etrafında birleşemeyen güçler ise zayıf, etkisiz ve yok olmaya mahkum hale gelir. Bu durum bireylerin kendileri için yapılmakta olan eğitim faaliyetini benimsemelerine de engel olmaktadır. Birey yapılmasına bizzat katıldığı bir faaliyeti daha çok benimser. O faaliyete kendinden bir şeyler katabilirse o faaliyeti daha iyi anlar. Eğitim faaliyeti toplumda herkes tarafından özümsenen, benimsenen bir faaliyet durumuna gelebilmiş midir? Okulda yapılanlar, yapılmaya çalışılanlar toplumu oluşturan bireyleri ne derece ilgilendirmektedir? Toplumu oluşturan bireyler okulda yapılanlarla gerçekten ilgilenmekte midir? Eğitim toplumsal ortak bir kaygı haline gelebilmiş midir? Bu ve buna benzer sorulara olumlu cevaplar verebilmek için elimizde kesin verilere dayalı bir bilgi yoktur. Ancak okulların kapandığı şu günlerde yaşanan toplumsal ve eğitsel sorunlara bakılınca eğitim konusunda ortak bir kaygı oluşturulabildiğini söylemek zor görünmektedir. Okulların yeni açıldığı her sene başında okullardaki kayıt ve kayıtlar sırasında bağış tartışmaları eğitim konusunda en üst yetkili kişilerin konusu olmakta, okulların ihtiyaçlarının karşılanmasında halen sorunlar sık sık dile getirilmekte, sınıflardaki öğrenci sayılarının kalabalık olmasından hareketle derslik sıkıntıları dillendirilmekte ve sık sık okuma yazma ve eğitime destek kampanyaları düzenlenmektedir. Bu birkaç örnek dahi eğitimle ilgili yukarıda sorduğumuz birkaç sorunun yanıtının henüz olumlu olmadığını bir örnek olabilir. Eğitim konusunda bu vurdumduymazlığın birçok nedeni olabilir. Ancak sadece devlet eliyle yapılan bir faaliyet olması bu durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır diyebiliriz. Sadece devlet tarafından yapılan bir faaliyet olunca bireysel çabalar, idealize olmuş gönüllü katılımlar yeterince kendine yer bulamamaktadır. Devlet eğitimi kendine görev olarak alıp eğitimle ilgili her konuyu yerine getirme iddiasında olunca vatandaş da hiçbir şeye karışmamayı yeğlemekte dolayısıyla her şeyi devletten beklemektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında devlet yöneticilerinin de büyük sorumluluğu vardır. Vatandaşın eğitimle ilgili konulardan uzak tutulması devletin işini kolaylaştırıyor gibi görünebilir. Zira işin yapılmasına katılan fazla olursa yetki, güç paylaşımı da beraberinde gelir. Yetki, güç paylaşımı istemeyen birisi işini hem kolaylaştırmış, hem de zorlaştırmış olur. Tüm inisiyatifi elinde bulundurmak işi kolaylaştırırken yükün ağırlığı, yerine getirilecek işlerin çokluğu durumlarında altından kalkmak zorlaşır. ınsanın doğasına dair yapılan araştırmalar insanın güce, yetkiye karşı her zaman zaaf içinde olduğunu göstermektedir. ınsan her zaman en güçlü, en yetkili ve en üstte olmak arzusundadır. Bu nedenle özellikle yönetim kademelerinde bulunan kişiler yapılacak işler konusunda kendilerinden aşağıda bulunan kişilere bir şeyler danışmayı güçsüzlük olarak görme eğilimindedirler. Bu eğilimin benzeri kamu hizmeti görmek amacıyla oluşturulmuş kurum ve kuruluşların başındaki kişilerde de kısmen görülmektedir. Bu kişiler kendilerini üstleri durumundaki kişilere hesap verme yükümlülüğünde görürken bu hizmetten bizzat yararlanan kişiler olan topluma karşı hesap verme, danışma gibi bir yükümlülüğü hissetmemektedirler. Oysa verilen hizmetin nitelikli olması için katılımın, paylaşımın mutlaka olması gerekir. Bu durumun olması ise tarihi, kültürel, sosyal bir takım geleneklerin yerleşmesine bağlıdır. Bu geleneklerin yerleşmesi ise ancak yönetim kademelerindeki kişilerin çabaları ile başlayabilir, gelişir ve güçlenir.