İbrahim Dülger
19 Mart 2008
Henüz otuzlu yaşlardaydı Tütüncü Sofi Muho (Mahmut), kırkına dayanmamıştı bile. Esmer yüzünü oldukça geniş bir şekilde kaplayan siyah sakalı, şakaklarındaki kırlıkları örten sarığı ve heybetli cüssesi ile dikkati çekiyordu.
Uzunca zaman sonra gördüğüm işyeri komşuma, Selam faslından sonra; ”Kaç çocuk oldu Sofi?” sorusuna; ”14 çocuk hocam” diye cevap verdi gururla.
-Maşallah! Daha devam edecek mi ?
-Valla ben istiyor amma hanım hasta
-Peki nasıl besleyeceksin bu kadar çocuğu?
-ıkisini evlendirdim. ıkisi tamircide çalışi, üçüne sakat maaşı bağlattım, dört uşağıma mektepte para veriler, öbürleri ufaktır.’
Dedikten sonra üç kere elini dudaklarına değdirip öptü;
-Rabbime şükür, rabbime şükür diye mırıldandı..
-Tedavilerini nasıl yapıyorsun Sofi?
-Yeşil Gart çıkarttım hocam, ilacımız da beleş. Allah hükümete zeval vermesin.
-Ha! bu tütünden de nafakamız çıki, Allah bin bereket versin
Kalabalık bir ailenin bireyi olan Sofi; babasının son görev olarak kendisini genç yaşta evlendirmesinden sonra şehrin yolunu tutmuştu. Kenar mahallede tek odalı bir evde yokluklar içinde yaşam mücadelesine başlayan Sofi; Tanıdık köylülerin aşiret ve bağlı olduğu tarikat mensubu müritlerin çokça olduğu bir çarşıda, sundurmasının altına sığındığı dükkânın önünde tahta bir kürsü ve tablanın üzerine dizdiği tütünlerle kısmetini aramaya başlar. Tatlı dili, kurnazlığı ile para kazanan Sofi için ihtiyaçlar oldukça yalındır. Barınma, yeme-içme ve bu rahatlığın ardı sıra üreme…
Sofi gibi binlercesi köylerinden, beldelerinden kopup geldiler iş buluruz, geçiniriz diye. Etrafı dumanlı dağlarla kaplı kent, bir anda gecekondularla çevrili dağlar haline geldi. Yatıya gidilen mağaralar bile doldu
Biraz hali vakti yerinde olanlar şehrin taş evlerine yerleştiler. Nede olsa çarşıya yakındı. Kırdaki yaşamı çok ta değiştirmeleri gerekmiyordu. Ekmek yapmak, avluda oturmak, damda yatıp yıldızları seyretmek, ateş yakıp ısınmak, hepsi aynıydı. Bir tek farkı, yığınla insan vardı burada. Mahallelerinde aşiretlerinden çokça insan vardı. Bu onlara güven veriyordu. Kalabalık olmak iyi idi. Her ev çocuk cıvıltılarının duyulduğu bakımevi gibiydi. Zamana dayanamayıp yıkılan evin duvarları ve yeni eklentiler, briket veya daha uyduruk malzemeyle onarılıyor ve evin mimari dokusu çirkinleştiriliyordu.
Hamallık, inşaatlarda çalışma, at arabası ve bir motora sahip olmanın ardı sıra, birikinti ve altınlarını satarak hava parası ile tuttukları bir vakıf dükkânı, onları esnafın arasına sokmuş statüleri değişmişti amma; eski kentliler onları pek benimsemiyorlardı.
Neleri eksikti ki?
Para, mal, araba, ev hepsi vardı. Zamanla alışırlar besbelli. Çoğunluğu şehirli olanların sıra gecelerine de katılmışlardı.
Bu ”Kimlerdensiz?” sorusunu sormasalar çok iyi olacaktı ya!.”
Ikına, sıkıla “filancaların yeğenleriyiğ” cevabı yeterli saygınlık kazandırmıyor, aşiret ismi köylülükle eş anlamlı tutuluyordu. Soylu kimliğin sağladığı itibar paradan daha fazla geçer akçe idi şehirde.
Eski kentlilerin de; birden bire aralarına katılan, ıstanbul’a göç eden baba dostu komşuların dükkânına yerleşen bu insanları kabullenmesi pek zordu bu küçük kentte. Tanıdık simaların sayısı gittikçe azalıyordu göç edenlerin ve ölümlerin ardı sıra.
‘Merhaba verecek şehirli kalmadı. Hepten yabancı kaldık. Bak tanıdıği kaç kişi kaldı muhabbet edecek? şehri köylü bastı. Yaşayışları şehir hayadına uyi mi?” Sözleri bir kaç eski şehirlinin bir araya geldiğinde dertleştikleri ortak konuların başında geliyordu.
Doğup büyüdükleri şehirde el gibi olmuşlardı. ”Biz de mi gideydik?” söylemi, göç etmemiş olmanın pişmanlığını vurguluyordu çoğu zaman. Kısa zamanda zenginleşip tarla, araba sahibi olan yeni komşusunun; oğluna kızını istemesine ne cevap vereceği onu oldukça huzursuz ediyordu. Kendilerinin bir aile adı vardı. Soylulardı. Bunu hazmedemeyecekti. Ancak para mal-mülk onlardaydı.
1980’den sonra çok şey değişmişti. Yeni zenginler türemiş, eski köklü aileler zamana uyamadıkları için varlıkları ile birlikte toplumdaki soydan gelen ağırlık ve saygınlıklarını yitirmişlerdi.
Hanımın ve çocuklarının ısrarlarına dayanamayıp çocukluğunun geçtiği anılarla dolu ‘hayatlı evi de terk etmiş, apartman denilen kutu biçimindeki lüks kabul edilen evlere yerleşmişlerdi. Alışmaya çalışacaktı çaresiz…
Kendisi gibi eski kentli ailelerin varlığı tek teselli kaynağı olurken, binaya yavaş yavaş köyden göç edenler gelmeye başlamıştı. Taziyeleri, düğünleri, köy usulüne uyduğu için kalabalık oluyor, günlerce sürüyordu. Apartman insan dolup taşıyordu. şehir kültürünü kendi kültürlerine uydurmuşlardı, Böylesi kestirme ve daha kolaydı. Gerçi dostça, yakın ve yardımsever insanlardı. Ancak bu gürültü, temizlik ve ortak yaşamın gereğini yerine getirmemeleri, çocuk sayısının çokluğu aralarında sorundu ya!
Zamanla onlarda alışacaklardı. Bu bir kültürel dönüşümün sancılarıydı.
Çok hızlı göçle artan nüfus; alt yapısı hazırlanmamış alanlarda, gecekondu denilen sağlıksız yapılarda barınırken, yeterli işyeri mevcut olmadığı için işsiz insan sayısı hızla arttı.
Yeterli düzeyde bir gelire kavuşamayan insanlar ekonomik açıdan özgürleşemeyince feodal (Tarımsal üretim ilişkilerinden kaynaklanan kültür) ilişkilerini sürdürmek zorunda kalmasının yanı sıra, dinsel bağlılıklar içine girerek kentteki yalnızlığına çare olarak tarikat, cemaat seçmek zorunda kalır. Artık dinsel bir alt kimliği de vardır.
Mürittir, sofidir, kurbandır amma şehirdeki yığınla insan içinde kendini daha güvende hissetmektedir.
Bağlılığı, bedava hizmetleri, fedakârlıkları kendisine külfet olsa da bu durumdan hoşnuttur. Okul çağındaki çocukları için karşılıksız sayılabilecek yardım onu parasal açıdan da rahatlatmıştır. ış güvencesi ile birlikte; akıl ve yardım alabileceği bir kurumdur tarikat.
Sanayi kentine dönüşemeyip tarım kenti durumunda kalan şehir, hızla gelen nüfusun şehirli kültüre dönüşümünü de sağlayamamıştır bu nedenlerle…
Göçler sonucu köylü-kente dönüşen Urfa’da; sokaklar, hastaneler, okullar, hapishaneler tıklım tıklım doludur. Kaynaklar hızla tüketilmektedir.
Köylerden, ilçelerden hatta yakın illerden hızla göç alan şehrin nüfusu bir anda 500 binlere dayandı. Alt yapı hizmetleri ne kadar yapılırsa yapılsın yetersiz kalıyor.
Köylerden gelip şehre yeni semtler ekleyen nüfus, yüksek doğum oranları ile çocuk sayısını arttırırken, okullar yetersiz kalıyor, mevcudu 60-70’leri bulan sınıflar oluşuyordu. Devletin maddi durumu yerinde olmayanlara ödediği paralar sayesinde veliler okula sıklıkla gelirken, öğrencilerin durumlarını sormak yerine ödenecek paraları soruyorlardı: “Pera geldi mi?”
Okulu artık çok seviyorlardı. Çok çocuk çok para, sakat çocuk daha çok para. Kömür, gıda, ilaç, hastane, çorba ve yemek bedava.
Doğurmamak için bir sebep mi var?
Urfa 2007 yılında 72 bin doğumla ıstanbul’dan sonra ikinci il.
Yollar, sokaklar, kavşaklar, pazarlar satıcı çocuklarla dolu.
GAP’la sulanan alanlardan bile göçün olması çok çarpıcı değil mi sizce de?
Köylerde tarım işçisi bulunamıyor, şehir yaşamı daha renkli ve çekici gelmekte.
Böyle sürerse doğum patlamasının yarattığı nüfusun gıda ihtiyaçlarını GAP’ta yetişen ürünler bile karşılayamayacak.
Buğdayın anavatanı ülkemizde fiyatlar tavan yaparken, dış ülkelerden yarım milyon ton buğday almak zorunda kalışımıza ne demeli?
Ülke kaynaklarının hızla yok olmasının yanı sıra temel besin maddesinin ekmek olduğu ülkemizde, artan nüfusun diğer ihtiyaçlarını karşılamamız daha da zorlaşırken, ortaya çıkan diğer sorunlar; gelişmiş ülkelere bağımlı, yardımlara ve IMF’ye muhtaç olmayı da beraberinde getirmekte.
Dengeli, planlanmış nüfus artışı sorunların çözümünü de kolaylaştırırken; kalkınma politikalarının başarı şansını arttıracaktır..
(ıletişim Cep: 0 536 980 66 64/[email protected])