Mehmet Göncü
22 Nisan 2015
Kıymetli
okuyucularım, bildiğiniz gibi, 18. ve 19. asırdan başlamak üzere 20. asrın ilk
çeyreğine kadar geçen sürede, Avrupa ve Asya’nın emperyalist güçleri, Osmanlı
imparatorluğunun hükümranlığında bulunan, bazı önemli toprakları, başta petrol
olmak üzere bir çok sebebe bağlı olarak ele geçirmeye çalıştılar.
İşte
bu nedenle; Sömürgeci, Emperyalist ülkeler, kendi aralarında ittifaklar kurup
çeşitli anlaşmalar yaptılar.
Ancak
Osmanlı Devletine ait, bu büyük pastanın bölüşülmesi esnasında, az iyi yer, çok
iyi yer, benim, senin olsun anlaşmazlığı sonucunda da kendi aralarında kavgaya
tutuştular. Nitekim (1914) yılının son aylarında da kendi aralarında saflar
oluşturarak fiilen savaşa başladılar.
Bu
saflar, ittifak ve itilaf devletleri olarak iki grupta toplandı.
Adına
Birinci Cihan veya Harbi Umumi savaşları denen bu harbe Osmanlı Devleti, ilkin
girmedi. Ancak Alman İmparatoru İkinci Vilhem’in Enver Paşaya hitaben,
“Biraderim Enver” diye başlayan mektubunda, savaşa girmemizin faydaları
hususunda kendisini ikna etti. Enver Paşa o tarihte henüz 39 yaşında genç
bir paşaydı. Arkasında İttihat Terakki Partisi vardı ve Naciye Sultan’ın da eşi
olması nedeniyle Sarayında manevi havası ayrıca gücüne güç katıyordu.
Bana
göre; aslında Başkomutan vekili olan Enver Paşa, cesur, kahraman ve vatansever
bir askerdi, ama aceleci ve atak kişilik yapısının yanı sıra abartılı özgüveni,
zamanında alması gereken tedbirlerin gecikmesine sebep oluyordu. Ayrıca bir
takım kötü tesadüfler yani şansızlıklarda onun peşini hiç mi hiç bırakmadı.
Şimdi
kalkıp Enver paşa savaşa girmeseydi iyi olurdu diyemeyiz. Zira; tarihte bir şey
olacaksa olur ve nitekim de biz de savaşa girdik. Olması gereken de oldu.
Savaş
yedi cephede sürdü, Çanakkale ve Kuttul amere gibi muharebelerde büyük
başarılar elde ettik. Nihayet savaş 1918 yılının son çeyreğinde bitti ve biz de
30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldık.
Bu
anlaşmanın 7. maddesine göre ve daha sonra imzalanan, Sevr anlaşmasının
neticesinde Osmanlı imparatorluğunun büyük bir bölümü emperyalist galip
devletlerin eline geçti. Bu arada 7 Mart 1919 tarihinde güzel ilimiz Urfa da
istilacı güçlerce işgal edildi.
Bu
acıklı durum karşısında, ilkin meclisi mebusan “Misaki Milli” hudutlarını
belirleyerek, bu hudutlar içerisinde mücadeleyi öngören bir karar aldı. Bu
hudutlar hemen hemen bu günkü hudutlarımızı belirlemekteydi.
İşte
bu mübarek dava için önce halkın önderleri Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurdular.
Sonra bu cemiyetleri birleştirdiler. “Anadolu ve Rumeli müdafa-i hukuk”
cemiyeti adını verdiler. Sonra Erzurum ve Sivas’ta cemiyetlerin belirlediği
seçilmiş zatlar kongreler düzenlediler ve bir takım hayati kararlar aldılar.
Alınan kararlar neticesinde “Heyeti temsiliye” oluştu ve olgunlaşan bu
girişimlerin zorlu ve yorucu bir sürecinin sonunda, 23 Nisan 1920 tarihinde
Ankara’da ‘TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’ adını alarak kuruldu. İşte bu meclis,
bir milletin yok olma felaketini var olma mutluluğuna çeviren ilk meclistir..
Bu
şanlı Meclisin kurduğu hükümetler ülkeyi düşman işgalinden kurtarmış ve Misaki
Milli (Ulusal AND) hudutları içerisinde 29 Ekim 1923 yılında da genç bir
Cumhuriyet kurulmuştur.
Kurtuluş
Savaşımız, kahraman bir milletin topyekûn mücadelesinin ismidir ve resmidir.
Bu
savaşın liderlerinin başında, askeri ve siyasi bir deha olan büyük vatan
kahramanımız Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk vardır. Gazi Paşanın
silah ve dava arkadaşlarından olan İsmet Paşa, Rafet Paşa, Rüştü Paşa, Halit
Paşa, Kazım Karabekir paşa, Ali İhsan paşalar ve sivil önderlerden Celal Bayar,
Rıfat Börekçi gibi muhterem zatlar bu kurtuluş savaşında ciltlere sığmayacak
kadar yararlıklar ve kahramanlıklar göstermişlerdir.
Öte
yandan bu şanlı mücadelede ve en namüsait şartlarda bile yüksek disiplin ve
iman gücüyle zorba işgalcileri püskürtmüş olan kahraman şanlı askerlerimiz
Mehmetçikle ve bu ulvi mücadeleye katılmış sivil halkla ne kadar övünsek azdır.
Bugün
için ise önemli olan 95 yıl önce kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisindeki
başarıları ve o günkü Milli birlik ve berberliğimizin gücünü, her zaman
ve her yerde yeni nesillere anlatmak, biz eli kalem tutan ve dili söz
söyleyen herkese farz bir görevdir.
23
Nisan’ı kutlarken, o günleri yaşamış ve destanlar yazmış ve şimdi tamamına
yakını rahmeti rahmana kavuşmuş olan, ecdadımıza, sonsuz minnet ve şükran
borcumuz vardır.
Cenabı
Allah hepsinin mekânını cennet etsin…
Dürüst
ve şeffaf bir toplumda; lütufta geride, kahırda önde olan dostlarınızın çok
olması dileği ile kalın sağlıcakla..