Bülent Okutan
26 Kasım 2007
(Akyüzler Evi ilgisizlikten harabe oldu; ‘Basın’)
Haremlik odanın duvarın da ki ahşap saatin tik takları içeriyi kaplıyordu. Kol her sağa ve sola vurduğunda artan bir sesti uyanma adına artık. Çünkü gün dönümü yaklaşıyordu.
Uyuklayan ev sakinleri ise artan bu tek düze seslerin rahatsızlığından olsa gerek, her saniye daha çok yorganlarına gömülme stratejisi içindeydiler. Tik taklar arttıkça yorganlar daha bir yukarı çekilir olmuştu.
Odanın ortasına kurulu odun sobası sönmüştü saatler öncesi. Görüntüsü bile sönmüşlüğünün verdiği intiba ile dondurucuydu. Çünkü oda da, çok büyüktü, soba da. O soba kolay kolay kendini bile ısıtmazdı. Nice saatler sonra ısınır ve sıcaklığı yine saatler boyu sürerdi, ateş yenilenmese de. Öyle bir şeydi işte.
Anne Akyüz kollu saatin tik taklarına inat, takalarda ki güvercinlerin uğultuları ile uyandı ve araladı kırışık göz kapaklarını. Her kes uyuyordu oysa.
Siyah zemin üzerine küçük yıldız misali, çiçek desenli yorganı üstünden atıp doğruldu. Eyvanın büyük odasının kapısında ki hap hapları (takunya) ayağına geçirip merdivenlere yöneldi. Tahta nalınlardan o yüksek merdivenleri inerken çıt çıkmadı. Niyeti kimseyi uyandırmamaktı. Başardı. Neredeyse kırk yıl olduğu gibi. O bir anneydi. Beton ile tahta buluşacak, fakat bebişleri duymayacaktı. Duyup o tatlı uykularından uyanmayacaklardı. Sinderalla misali parmaklarının ucunda çıplak ayakları ile aşacaktı alaca karanlığı.
Hayata (avluya) indiğinde gün dönmüştü. Enikli sokak kapısının yanında ki musluğun önünde ki teşt (leğen) bir grup Yusuftutan’ın (kumru) dedikodu mahalliydi sabahın o saatlerinde. Bakır leğenin kenarında, uğul uğul sabahı ve gelen günü konuşuyorlardı.
Onlara aldırmadan tandırlığa (mutfağa) yürüdü. Hoş Yusuftutanlarda onu görmezden gelmişti ya.
Tandırlığın takasında ki çay kutusunu alıp ocağın başına geçti. Çinko mavi renkli göbekli demliğin kapağını açtı. Ama rafdan aldığı çay kutusu boştu. Sadece çay tozları vardı dibinde. Gece yağan çiğin ıslattığı avluyu boydan boya geçip zerzembeye (kiler) yöneldi bu kez.
Beş basamaktı inişi. Sağdaki yuvarlak siyah elektrik kilidinin anahtarını aşağı indirdi. Zerzembenin kubik tavanındaki sarı lamba modern çağların öncüsü bir mağarayı aydınlattı sanki. Karşıda zahire kasası, yanında tel dolap, az ötede ise kuyunun bulunduğu cünk ( köşe) vardı.
Tel dolabı açıp çay kutusunu buldu. Bir kepçe çayı mavi çinko demliğe koyup, yeniden HAYATA yöneldi.
O sabahlarda çıkılan hayatların olduğu evleri, artık gerçek hayatta kaybediyoruz biliyor musunuz?. Lütfen geçmişimize sahip çıkalım. Hiç değilse hayatta olmayanların, o hayatlarını geleceğe taşıyalım. Yeniden HAYATA geçirelim. Akyüzler Evi’nde olduğu gibi.
Hayatları yeniden hayata taşıyanların yüzü ağ olsun ne diyeyim. Ha Ağ yüz, ha Ak yüz, ikisi de aynı!
Değil mi?