Konuk Yazar
26 Nisan 2018
Mehmet Sarmış
Arkadaşlarla böyle bir gezi yapmak yıllardır hayalimdi. Bugüne nasipmiş.
23 Nisan sabahı yola çıktık. Yazar ve şair yirmi bir arkadaş, yirmi bir dost, yirmi bir muhabbet ehli ile beraber… Bu kadim şehrin geçmişinden günümüze kalmış hatıralarını, bir başka deyişle kalmış olanlardan bilebildiklerimizi yerinde görmek için…
Etrafı yemyeşil tarlalarla çevrili güzel yollardan geçtik.
İlk durağımız Harran… Harran’ın her tarafı tarih. Hatta dedim ki arkadaşlara, “Tarih devam ediyor; teknolojik unsurları çıkarın, bugün bile insanların yaşayışı, geleneği, göreneği, giyimi, kuşamı, asırlar öncesinden çok farklı değil.”
Harran’ın sembollerinden biri olan konik evler koruma altında. Bunların en büyüklerinden biri kültür evi olarak güzelce düzenlenmiş. Bahçesinde çay ve kahve içmek için yöreye uygun bir mekân da var. Bir rehberlik etti bize, o evlerin özelliğini ve güzelliğini anlattı.
Harran’ın surları ve iç kalesi restore edilmiş, fena değil gibi görünüyor, ama daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.
Tasavvuf tarihinin büyüklerinden Hayat-ı Harranî’nin türbesi ve yanı başındaki camide çalışmalar var diye, uzaktan okuduk Fatiha’larımızı. Keşke turizm mevsimi başlamadan bitirilmiş olsaydı diye düşünmeden edemedim.
Dünyanın ilk üniversitesinin olduğu yerler… Emeviler zamanından kalma caminin yan tarafında arkeolojik çalışmalar başlamış. Bu işler için çok geç kalınmış olmasına üzülürken, başlamış olmasına sevindim. “İnşallah, bu camiyi aslına uygun restore ederler ve yeniden ibadete açılır,” diye geçti içimden.
Sonraki durağımız Bazda Mağaraları oldu. Aslında bir taş ocağı. Bölgedeki bütün eserlerin taşları buradan götürülmüş. İlk defa gördüm. Muhteşem bir yer. O devirde, o günün imkânları ile o koca taş bloklar nasıl sökülüp götürülmüş, diye konuştuk arkadaşlarla. Dışarının sıcağına karşılık içerisi çok serin. Fakat maalesef her taraf bakımsız, kirli ve tehlikeli. Bir arkadaş “keşke otel yapılsa” dedi. Olur mu bilmiyorum, ama bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği kesin. Bu hali hiç iyi değil.
Sonra bir başka muhteşem esere, Han el-Ba’rur’a uzandık. Onu da ilk görüşüm. Ortasına soframızı kurup karnımızı doyurduk. Hanın bu hali içler acısı. Asırlar önce insanların konakladığı mekânlar harap halde, ambar, ahır, tuvalet olarak kullanılıyor. Yine bir arkadaşımız, “Keşke restore edilse, otel olarak kullanılsa ve ilk yapıldığında olduğu gibi ziyaretçilere üzüm dağıtılsa” dedi. Neden olmasın, diye düşündüm.
Sonra Şuayp Şehrine gittik. Bizanslılardan kalma devasa bir yer. Ayakta kalan kısımlar hemen Efes’i hatırlatıyor herkese. Ama kaderi maalesef Efes’inki gibi değil. Gittikçe yok oluyor. Bir arkadaşımız “Daha önce geldiğim zaman ayakta olan yerler bile yıkılmış” dedi. Zamanına göre çok büyük ve herhalde çok güzel olan bu yerin, önce koruma altına alınması, sonra da canlandırılması için bir çalışma başlatılması konusunda herkes hemfikirdi.
Daha alana girer girmez nereden çıktıklarını bilemediğimiz bir çocuk ordusu takılmıştı peşimize. Kız erkek, hepsi çok sevimli, çok güzel konuşuyorlar ve kendilerince rehberlik ediyorlar. Ama maalesef hepsinin para, yiyecek vb beklentileri olduğunu görüyorsunuz. Alıştırılmışlar. Üzülüyor insan. Bölgenin turizme kazandırılması durumunda, bu çocuklar ve onların büyükleri, yaptıkları iş ile hak ederek para kazanacaklar. Yetkililerin kulakları çınlasın.
Aynı çocuk ordusu Soğmatar’da da çıktı karşımıza. Soğmatar Köyü(yeni adıyla Yağmurlu) pagan döneme ait. Köyün içinde kabartmaların olduğu Pognon Mağarası, Hz. Musa Kuyusu, kale kalıntısı, kayalık sırtlarda devrin güneş ve ay tanrılarının kabartmaları ve zeminde yazılar… Hepsi bir başka yerde olsa çok iyi değerlendirilecek olan bu eserler, köyün tamamı sit alanı ve koruma altında olsa da bu haliyle her türlü riske açık. Yazıtların üzerinde rahatça yürüyebilirsiniz, birileri isterse çok rahat kırıp yok edebilir.
Son hedefimiz, aynı zamanda ilimizin, ülkemizin ve dünyanın son gözdesi; Göbeklitepe… Bu gezide bizi en çok memnun eden buradaki çalışmalar oldu. Yolları, idari binaları ve esas kalıntıların bulunduğu alanın koruma altına alınmış hali, etrafındaki gezinti alanı, her şey çok güzel olmuş. Orada rastladığımız Müze Müdürümüz Celal Bey, etrafta daha buna benzer onbeş kadar yer olduğunu söyledi. Bu kısım otuz yıl sonra bu hale gelmiş, diğerleri kim bilir ne zaman yeryüzüne çıkarılıp bilime ve turizme kazandırılacak? Üzülmemek mümkün değil. Sabrım yok, ama çarem de yok. Kafamda “Bir tek Göbeklitepe bu kadar ilgi çekerken ve tarihin yeniden yazılmasına sebep olurken, niçin daha çok kaynak aktarılmıyor, niçin daha çok bilim adamı seferber edilmiyor, niçin yılın daha çok zamanında kazı çalışmaları devam ettirilmiyor ve diğer alanlar da gün yüzüne çıkarılmıyor?” şeklinde sorular dönüp durdu.
Yolculuk boyunca arabada şiirler okuduk, ilahiler ve türküler söyledik, fıkralar anlattık. Şanlıurfa şiir gibi bir şehir. Yolculuğumuz şiir gibi geçti. Hayatımızın unutulmaz anıları arasındaki yerini aldı. Bütün arkadaşlar geziden dolayı çok memnun kaldık; fakat gördüklerimizin çoğuna üzüldük. Bütün arkadaşlarımız sık sık, temizlik, güvenlik, restorasyon, ulaşım, konaklama, yeme içme ve tuvalet gibi insani ihtiyaç imkanlarının sağlanması ve tabii daha çok ve etkili tanıtım konularında ortak kanaatlerini ifade ettiler.
Dönüşte Cumhuriyet Parkında topluca yemek yedik; sırayla herkes gezimizi değerlendirdi. Ortaya çok güzel fikirler çıktı. Bunları rapor haline getirip ilgililere iletmeyi kararlaştırdık.
NOT: Gezimize sponsorluk yapan Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanlığına, özellikle Genel Sekreter Yardımcısı Emin Özçınar ve Kültürden sorumlu Şube Müdürü Suphi Çiçek Beylere teşekkür ediyorum.