Bülent Okutan
1 Ocak 2009
Yepyeni bir yıla merhaba dedik. Tabi yeni umutlara da.
Sevinçlere gebe, uykulara yattık ardından. Hüzünlere uyanacağımızı bile bile.
Gece bilgisayarın başına otururken amacım Yeni yıla merhaba yazısı kaleme almaktı. Şöyle içinde 2008’i irdelediğim.
Hatırlamaya çalıştım 365 gün altı saati. O altı saati de bu yaşa gelmeme rağmen hala anlayabilmiş değilim. Ama hafızamın bir köşesinde durur hep. Sanırım ilkokulun son sınıfında öğretmişlerdi yılın o küsuratını. Ve ben çocukluk yıllarımdan beri 31 Aralık gecesi saat 12 olduğunda altı saatin nerede olduğunu hep merak etmişimdir. Sorduğum bazı öğretmenlerim o dönemlerde bunu artık yıl diye söze başlayarak bana izah etmeye çalışmışlardı. Ya onlar anlatamamıştı, ya da ben anlama özürlüydüm ki, çözememiştim.
Neyse dediğim gibi yazmaya oturduktan sonra gözümün önünden film şeridi gibi geçti o günler ve altı saat küsur. Amacım sizlere anımsatmaktı geride bıraktığımız iyi, kötü anıları. Ve biliyormusunuz terör, ağlayan analar, üstüne kapanılan bayrağa sarılı tabutlar, trafik kazaları, savaşlar, yolsuzluklar, Ergenekon, ekonomik krizler, siyasi çatışmalar netleşti sadece belleğimde.
Bir de Kenya kırsalından Beyaz Saray’a taşınan zenci Obama ile Türk Malı ayakkabısını işgalci devletin lideri George Bush’a fırlatan Sünni Arap Gazeteci Muntazar El Zahidi.
Bu son ikisi dışında hiç mi güzel şey olmamıştı o 365 gün boyunca. O 365 günden vazgeçtik o altı küsur saate bile denk gelen mutlu bir olayda mı yoktu kısacık? Yoktu işte. En azından benim belleğimde yoktu ne yazık ki. Oysa sabah uyandığımda bu yazının kurgusunu yapmaya başlamıştım ben. Kurgum kilitlenip kalmış, aşamamıştı kötü anıları.
Kahvemi yatak keyfim kapsamında yudumlarken gözlerim pencereye ilişti bir an. Yılın son günü dışarıda sulu kar yağışı vardı. Ve penceremde de bir minik serçe. O kadar hızlı uçarak gelmişti ki bir an cama çarpacak sandım. Minicik altı yumuşak ayaklarını buz gibi betona basarken, aynı ustalıkla ağzında taşıdığı ekmek kırıntısını da yere bıraktı. Cıvıl cıvıldı. Siyah çizgili yanaklarını sağa sola, yukarı aşağı çevirerek, bir süre kapkara iri gözleriyle çevresini kolaçan etti. Kuyruğu sürekli hareket halindeydi. Tül perde engeldi beni görmesine. O yüzden rahat hareket ediyordu. Gagasının uzantıları ise ona güleç bir yüz profili çizmişti. Yada bana öyle geldi.
Niye bu kadar mutluydu ki? Sonuçta bir hayvandı, buz gibi havada dışarıda yaşamak zorundaydı, korumasızdı, büyük idealleri, hasetleri yoktu ve önünde sahibi olduğu tek şey vardı. O küçücük ekmek kırıntısı.
O gün bir yılın geride kaldığından da bi haberdi muhtemelen. Ve ekmek kırıntısını daha küçük parçalara ayırarak didikleyip yemeye başladı. Onu izlediğim birkaç dakika içinde vücudunun tüm uzuvları yüzlerce kez kımıldamıştı abartısız. Karnını doyurduktan sonra üç adımlı zıplamalarla gezindi bir süre pencerenin önünde. Sonra çevik bir uçuşla balkon demirlerine kondu. Son bir kez bulunduğum yöne çevirdiği simsiyah gözleri ile gözlerimin çakıştığını hissettim bir an ve sormak istedim ona;
‘Nasıl bu kadar mutlu, özgür, şen şakrak olabiliyorsun’ diye.
Ama o küçücük kanat çırpışları ile kar ve yağmurun yoğrulduğu puslu boşluğa kendini bırakarak, gözden kayboldu.
Beni de geride kalan yıldaki mutlulukları aramakla baş başa bırakarak. Hala anımsayamadığım.
Ne dersiniz mutluluk artık bir kuşun kanadında mı bu dünyada?
Uçup giden!…