Cüneyt Gökçe
25 Ocak 2007
—2006-2007dönemi hacılarımızın aziz hatırasına… —
Ülkenizden ayrılarak doğrudan Medine’ye giden kardeşlerimiz, sizler Allah Resulü’nün müjdesini hak ederek bolca O’nu ziyaret ettiniz. Nitekim O (s.a.v), kendi vefatından sonra ziyaretine gelenleri, sağlığında görmüş ve ziyaret etmiş gibi kabul ettiğini müjdelemişti. ışte siz, O’nu şefaatçi yaparak ve ruhaniyetini önünüze katarak ‘hacı’ olmaya doğru adım adım yaklaştınız.
ılk kez Mekke’ye giden kardeşlerinizin havaalanında yaşadıkları heyecanı siz Medine çıkışındaki mikat noktasında yaşadınız. ‘Ali’nin Kuyuları’ mevkii sizler için ayrı bir heyecan noktası oldu. Tıpkı kardeşlerinizin daha havaalanındayken yaşadıkları gibi…
Büyük çoğunlukla Umre için ihrama girdiniz. Abdestlerinizi alıp bütün dünyalıkları bir tarafa bırakarak sadece iki parça beyaz havluya bürünmeniz; telbiye getirip ihram sünnetlerini kılmanız ayrı bir heyecan verdi sizlere…
“Buyur ya Rab! Geldim işte! Evet geldim.. Geldim Ya Rab! Tasarrufunda hiçbir ortak ve yardımcının olmadığını bilerek ve inanarak geldim. Ezelden ebede kadar bütün övgü ve senalar sana layıktır, ya Rab! Mülk senin, nimet senin! Ortağın yoktur ya Rab!” nidaları derinliklerinizden ve samimiyetinizden kopup geldi. ınanarak haykırdınız. Teslim olmuştunuz artık… Bu yalvarışları hep tekrarlayacak ve yakarışlarınıza devam edecektiniz; nitekim öyle de yaptınız.
ıhrama büründükten sonra, kuş gibi hafiflediniz. Hatta kendi elbiseleri içerisinde “ihrama giren” hanım kardeşlerimiz de aynı heyecan ve duyguları yaşadı. Hep birlikte verdiğiniz sözü tazelediniz. ahirete hazırlıklı olduğunuzu hal, hareket, davranış ve söylemlerinizle ispatlamaya çalıştınız. Adeta kefene büründünüz; her şeyi, ama her şeyi bir kenara bıraktınız. Yani gönlünüzden sildiniz; sadece dünya için yaratılmadığınızı; çok önemli sorumluluk ve görevlerinizin olduğunu hatırladınız. Mekke yolu bitmek bilmiyordu; ne zaman Kâbe görünecek; ne zaman nazlı sevgili sizi selamlayacak; size hoşamedi edecek diye kalbinizin temposu hızlanıyordu. Evet, yolun biteceğine inanmıyordunuz.
Ama göründü! Evet O… Ta kendisi… Kâbe! Kâbe! Uzaktan uzağa görünen O! Kendinizi bir anda O’nun önünde buldunuz. Rüya mıydı acaba? Kendinizi yokladınız. Hayır! Rüya değildi ama diliniz tutulmuştu! Ne söyleyeceğinizi bilmez hale gelmiştiniz. Bir anda dilinizden: “Aman Allahım! Yıllardır –hiç görmeden- kendisine yönelerek ibadet ettiğim Kâbe’nin huzurunda mıyım?” cümleleri dökülüverdi. ıçinizden geldiği gibi en samimi dualarınızı yapmaya devam ettiniz.
ılk tavafın heyecanı başkaydı; renkleri, dilleri ve coğrafyaları farklı mümin kardeşlerinizle birlikte Kâbe’nin etrafında pervane olmanız size ıslam Kardeşliğini pekiştirtti. Gerçek üstünlüğün maddi ölçütlerle olmayacağını anladınız. Bir anda yedi turu tamamlayıp tavaf sünnetlerinizi kılarak ve zemzemden nasiplenerek Safa Tefesine koştunuz. Oradan Merve Tepesine doğru dört gidiş ve üç geliş yapmanız gerekiyordu. Nihayet sa’yınız da bitti saçlarınızı da kısaltarak sivil elbiselerinize büründünüz. Artık umrenizi bitirmiştiniz. Ve artık Mekke’de idiniz. Mekke’de bulunduğunuz süre içerisinde Resul’ün izlerini aramaya devam ettiniz. Bazen ilave umrelerle vaktinizi değerlendirdiniz; bolca tavaf yaptınız. Çünkü biliyordunuz ki, yeryüzünde tavaf yapılabilecek biricik yer burası.
Resul’ün izleri sizi tarihin derinliklerine götürdü. Kâh, müşriklerin zulümleri ile müteessir oldunuz; kâh Resul’ün tebliği ile mesrur oldunuz. Hz. Peygamber’in doğduğu, büyüdüğü ve gezdiği yerleri dolaşırken ayrı bir edep ve huşu her tarafınızı kuşattı. Maddi alışverişten ziyade manevi ticarete ehemmiyet verdiniz; görevinizin bilinci içerisindeydiniz.
Hz. ıbrahim’i Hz. ısmail’i ve Hacer anamızı hatırladığınız gibi, vefalı insan Hatice annemizi ziyaret etmeyi de ihmal etmediniz. Sevr mağarasında Hicreti hatırlayarak her türlü günah ve çirkinlikten uzak durup hakka ve hakikate hicret edeceğinize dair taahhüdünüzü tazelediniz. ılk vahyin hatıralarını Nur Dağında ararken ıslam’ın güzelliklerini hatırladınız. Arefe günü gelmeden Arafat Dağını ve Rahmet zirvesini boş haliyle görerek bir karşılaştırma yapma imkânı buldunuz.
Günleriniz dolu dolu geçti ve derken Arefe gününden bir gün önce heyecan başladı. Hac için ihramlara bürünerek Arafat’a intikal vardı ve vakfe anında unutamayacağınız yalvarış ve yakarışlara tanık oldunuz. Arefe vakfesinin haccın en önemli rüknü olduğunu bilerek ihlâs ve samimiyetiniz tam doruğa yükseldi bolca dua ettiniz. Öğlen ve ikindiyi öğle vaktinde birlikte kılmanız size ayrı bir duygu yaşattı. Tıpkı akşam ve yatsının yatsı vaktinde kılınması gibi… Gün batımıyla birlikte Müzdelife’ye doğru hareket ettiniz. Vakfenizi yapıp şeytanlara atacağınız taşları topladınız. Bayram sabahında ve diğer günlerde bütün kötülüklerin sembolü ve temsilcisi olan şeytanları taşlarken nefis ve düşmanları da unutmadınız. Kurban ve rükün tavafınızdan sonra artık tam anlamıyla “hacı” olmuştunuz.
Veda anı ayrı bir hüzün yaşatsa da artık gelmeniz gerekiyordu, özleyen ve bekleyenleriniz vardı. Verdiğiniz sözlere bağlı kalacağınızı taahhüt ederek yarı buruk yarı sevinçli bir ayrılışla ülkenize döndünüz.
Evet efendim, hoş geldiniz.. Safalar getirdiniz.
Haccınız ve dualarınız makbul olsun.
Tekrar tekrar hoş geldiniz!