Ali H. Demir
6 Mayıs 2008
ınsanın diğer varlıklardan farklı olarak, yaşamını kendi ayakları üzerinde, kimsenin yardımı olmaksızın sürdürebilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekir. ınsan doğum sonrası bebeklik, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemlerinden geçer. Yetişkinlik dönemine ulaşıncaya kadar en azından 15-20 senelik bir sürenin geçmesi gerekir. Dolayısıyla insan 15-20 yıllık bir sürenin sonunda kendi ayakları üzerinde durma becerisini kazanabilir. Bu zamana kadar çevresindekilerin yardım, destek ve bakımına muhtaçtır. Oysa hayvanlara bakıldığında bazen doğar doğmaz veya bazen kısa bir süre sonra kendi ayakları üzerinde durur, kimseye muhtaç olmaksızın yaşamını sürdürür ve birkaç yıl içinde de yetişkin bir duruma gelmektedir.
Çocuğun gelişiminde çevrenin etkisini daha önemli görüp ailenin etkisini önemsiz, güçsüz, yetersiz görenler var. Ancak tarih boyunca azınlıkların çoğunluklar içinde yok olup gitmemesi bu düşünceyi doğrulamıyor. Binlerce yıl boyunca dünyanın her tarafına yayılmış Yahudiler devletleri, üzerinde yaşayacakları ülke toprakları olmaksızın içinde bulundukları her toplumda benliklerini, vaat edilmiş topraklara olan özlemlerini hiç kaybetmediler. Benzer şekilde Osmanlı Devleti içinde azınlık durumunda yaşayan topluluklar da yine benliklerini yüzlerce yıl boyunca kaybetmediler. Günümüzde Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan, ev-bark, çoluk çocuk sahibi olan soydaşlarımız yine benliklerini korumaya devam ediyorlar. Belki siyasal, sosyal, kültürel olarak farklı özelliklere sahip küçük grupların durumunu istisna olarak niteleyenler olabilir. Ancak bir arada yaşanılan çevrede ailelerin grupların bilinçli davranışlarıyla çevresel faktörleri etkisiz kılabileceklerine önemli bir örnektir.
Çevre ne durumda olursa olsun aileler çocuklarını çevrenin etkisinden koruyup kendi öz değerlerini çocuklarına benimsetebiliyorlar. Çevrenin etkisine kapatabiliyorlar. Bu durum çevrenin etkisinin mutlak olmadığını gösteriyor. Ancak burada çevrenin etkisine karşı bilinçli bir aile yapısının varlığı zorunlu bir şart olmaktadır. Ailenin evde, kendi yaşantı şeklini, düşünce tarzını, hayata bakış açısını bilinçli olarak çocuklara aktarabilmesi gerekiyor. Aile çocuğun bedensel, zihinsel, duygusal, sosyal her yönüyle yakından ilgilenmesi, davranışlarını, konuşmalarını, dünyaya bakışını adeta taş işçiliği gibi işlemelidir. Doğduğu andan itibaren konuşmaları, davranışları ve bakış açısıyla örnek olmalıdır. Aile bu bilinçle hareket ederse çocuk içinde doğup büyüdüğü, geliştiği grubun etkisinde kalır. Belirli bir yaşa gelence de yine benzer anlayıştaki ailelerde yetişmiş yaşıt çocukların bulunduğu oyun gruplarında bulunursa çocuk ailenin belirlediği şeklin dışına kolayca çıkmaz. Ancak ailedeki her bireyin bu anlamda ortak bir bilince ve duyarlılığa sahip olması gerekiyor.
Ailenin bir ferdi olan çocuğun zihinsel, sosyal, duygusal ve daha diğer bir çok yönden şekillendirilmesini katı, şekilci, yaratıcılığı öldüren, bireyin kendi öz yaşamını yaşamasının önünde engel olarak görenler olabilir. Ancak toplumun maddi ve manevi her tür mirasını nitelemede kullanılan kültür toplumların devamlılığı için çok önemlidir. Geleceğini garanti altına almak isteyen hiçbir toplum, düşünce yapısı, hayat tarzı kendi öz değerlerini yeni yetişenlere aktarmaktan uzak kalamaz. Çocuğu dünyaya getiren ailenin hukuksal, sosyal, siyasal her tür değer ölçüsüne göre çocuk üzerinde hak sahibi olduğunu kabul eder. Bireyin hayata geldiği andan itibaren uzun bir gelişim sürecine ihtiyaç duyar. Bu süreç içinde zihinsel, duygusal, bedensel, sosyal, psikolojik yönlerden yeterince olgunlaşması gerekir. Bu olgunlaşma sürecinde çocuğun kendi haline bırakılması eğitsel, anatomik ve sosyal gerçeklere de uymaz. Bu nedenle ailelerin çocuklarını istedikleri gibi yönlendirme, bilinçlendirme, büyütme haklarının olduğunu söylemek, kabul etmek gayet doğal bir durumdur.