Bülent Okutan
22 Ocak 2007
AB’ye girme yolunda neyimiz var, neyimiz yok, ortaya koyuyoruz. Yeni yasalar çıkarıp Avrupa Yakası’nın Gaffur’u gibi soruyoruz, elin Avrupalısına ; “Bizi begeniyormusunuz” Cevap anında geliyor ; -Cık begenmiyoruz şu AB sevdası doğduğunun ilk günleriydi. Bana göre Türkiye’nin bir numaralı Dış Politika Yazarı Hürriyet’ten Ferai Tınç ile Acılı Adana kebabı yeyip, Rakı içerken söyleşmiştik. Üstada sordum. “Ferai abla bu neyin nesi. Girermiyiz ki?” diye. Yanıtı netti. “En az yirmi yıl sonra Bülentciğim” Tarih 2005’ti sanırım. Ardından çeyrek asırı bulacak gecikmenin nedenlerini kendince sıraladı. Aydınlanan bende, kendimce bir şeyler ekledim. Gecenin sonunda bir baktık ki. Yirmi yıl azdı. Bir defa duvarlara tezek yapıştırmayacaktık. Elektiriği çalmayacak, kırmızı ışıkta geçmeyecektik. Sarı yanınca korna çalmayacak, sarı da geçince trafik polisine ben iktidar partisinin merkez ilçe başkanının, dayısının oğluyum demeyecektik. Trafikten at arabalarını, atların mıçındaki, mok bezlerini kaldıracaktık. Ruhban okullarına izin verecek, ruhumuz olan MEB okullarının kayıt parasını ise kaldıracaktık. Din ve devlet işlerini ayıracak, devlet ile bürokrasiyi birleştirip, siyaseti ise dışlayacaktık. Dağlarımızda kimse ölmeyecek, içinde karpuz bulunan şüpheli paketleri, etraftakileri uzaklaştırıp fünye ile patlatmayacaktık. O karpuzların kabuğu denize düştüğünde gelenleri çarpmayacaktık. ışsizlerimiz elbette olacaktı, ama o işsizler öğretmen, doktor olmayacaktı. Yere sigara izmariti atmayacak, bulvarlarda yürürken kaşınan, olmaz yerlerimizi, avuçlamayacaktık. Bıyıklarımızın tipleri ile hükümetler kurup, tüm devlet erkanını da o bıyıklılardan oluşturup, ülkeyi yönetmeyecektik. “Siz hiç badem bıyıklı Avusturya Başbakanı gördünüz mü . Yada posbıyıklı ıngiltere Ana Muhalefet Lideri” Velhasıl ben o gece bir üzüldüm, bir üzüldüm anlatamam. Halbuki Mehmet Ali Birand Brüksel’den katılmıştı canlı yayına. Öyle bir anlatıyordu ki gelinen durumu. Herkes mutluydu. AB’ye giriyorduk neredeyse. Ama kazın ayağı öyle değildi. Herkes inansada bir tek o şoför hariç. Ertesi sabah karşıdan karşıya geçmek için yaya geçidini kullanmak istemiştim sadece. Frene basıp camı açtı. “Yuhhh” dedi ve ekledi ; “Köy meydanımı lan burası? Asfaltta yürüyorsun. Önüne baksana. ıki dakika bekle geçelim, ölür müsün hanzo ?” Yaya geçidini otomobillere bırakıp kaldırıma çıktım. Ferai Hanım’ı otelden alıp havaalanına bırakacaktım. Otelin önündeki dilencinin bacaklarının üzerinden atlayıp, dördü bir milyona kalem satan çocuğu çalımlayarak, misafirime ulaştım. Uçağın kalkmasına az kalmıştı. Tuttuğumuz taksi sağ şerit geçişe uygun yeşil yandığı için, yoldan değil de, kaldırımdan, Hal Pazarı caddesine çıktı. Çünkü sağ şerit minibüs doluydu. Beykapısı kavşağında bir hindi sürüsü yolda, Kuş Gribine inat, trafiği kangren etmişti. Beyaz hindiler yolu boşaltınca şoförümüz söylene söylene gaza bastı. Havaalanına gelmiştik işte. Girişte görevli yolumuzu kesti. Bir milletvekilinin yakını otoparkı almış meğer. Her ne kadar biz basın mensubuyuz desek te , “Basın, masın yok, burası özelleşti, herkesten alıyoruz. Üç milyon” dedi. Üç milyonu verdik ve AB’ye girdik. Pardon havaalanına girdik. Ve Ferai Hanım uçtu. Uçan sadece Ferai hanım mıydı ki?