Cüneyt Gökçe
25 Haziran 2010
Sevgili babacığım;
Geride bıraktığımız Pazar günü Babalar günü idi. Bu benim için, “sensiz” geçen üçüncü babalar günüydü.
Yalnız sevgili babacığım; inan ki, vefat ettiğin 3 Aralık 2007 tarihinden bugüne kadar geçen iki yıl, altı ay ve yirmi iki günlük zaman zarfı içerisinde seni hatırlamadığım “bir tek gün” dahi yoktur. Mutlaka ama mutlaka, bir vesile ile seni rahmet ve minnetle hatırlamış; bir hatıranı ya da menkıbeni dile getirmişimdir.
Sen nasıl unutulursun ki…
Henüz ilkokula dahi başlamadan okutup öğrettiğin Kur’an-ı Kerimi her okuyuşumuzda seni hatırlamamak mümkün mü?
Zaman zaman elbiselerimizi giyerken soldan başladığımızda, hemen müdahale edip güzel bir üslupla sağdan giymeye başlamamızı sağlardın. Şimdi ellerimizi elbiselerimizin kollarından geçirirken seni hatırlamamak mümkün mü?
Sahabe ve evliyanın hayat hikayelerini sağlam ve müdellel bir şekilde öyle güzel anlatıyordun ki bize; senin etrafındakiler anlattığın detaylardan hayrette kalıyorlardı. Sanki anlattığın zevatın tamamını görmüş ve tanımıştın. Aralarındaki akrabalık bağlarını dahi bütün teferruatıyla biliyor ve anlatıyordun. Adeta yıllarca beraber yaşadığın bir köylü ailesini anlatırcasına olaya hakimdin; hangi sahabi kimin oğlu, kimin damadı; kim kimin yeğeni ya da dayısı/amcası; veya teyzesi/halası… O kadar güzel anlatıyordun ki babacığım; bazen tebessüm ettiriyor, bazen de ağlatıyordun… Sahabe ya da evliyadan bahsederken seni anmamak mümkün mü?
Henüz ilkokul sıralarında iken yaz tatillerinde medrese eğitimine gönderirdin. Hatta ilkokulu bitirdikten sonra iki yıl gönüllü olarak resmi eğitime ara verip medrese eğitimime devam etmeye karar verdiğimde bana şöyle demiştin:
“Bak oğlum, ben tahsilim boyunca elaleme el açmadım, gel sen de böyle yap. İlmin izzetini ayaklar altına alma; biz evde senin dışında altı kişiyiz, elimize bir ekmek geçerse yarısını hepimiz paylaşır, diğer yarısını sana göndeririz; gurbet diyarında seni harçlıksız bırakmayız; yeter ki sen oku!” ve biliyorsun ki babacığım, senin bu tavsiyene ben de, ağabeyim de hep uyduk ve uyacağız. Senin bu kadirşinaslığını unutmak mümkün mü?
İstanbul’da olduğumuz sıralarda ya da başka yerlerde misafirliğimize geldiğinde biz işimize gider seni evde bırakmak zorunda kalırdık; hani sana “sıkılıp sıkılmadığını” sorduğumuzda: “Evde çok değerli arkadaşlarım var onlarla sohbet ediyorum” diye cevap verir ve arkadaşlarını sayardın: “İmam Gazali, İmam Şafii, İmam-ı azam, Buhari, Müslim, Şah-ı Nakşibend, Melayé Cezeri, İmam Rabbani, Bediüzzaman vs…” Evet evdeki arkadaşlarınla sürekli sohbet eder ve hiç sıkılmazdın… Kitap okumayı o kadar severdin ki… Şimdi kütüphanemi görüp arkadaşlarınla karşılaşınca seni hatırlamamak mümkün mü?
Hani bazen bizi –öğrenelim diye- alış-veriş için köyden şehre gönderirdin ya… Hiçbir gün dahi –sehven bile- bize: “Çıkarın bakalım şu hesabı, ne aldınız ne verdiniz, ne oldu paralar…” demezdin. Tam aksine şehir esnafına borçlu kalıp kalmadığımızı sorardın ve derdin ki: “Varsa borcumuz, şehre gittiğimde ödeyeyim, kimseyi mağdur etmeyelim…” Aman ya Rabbi… Şu eğitim tarzına, şu incelik ve nezakete bakın… İnan ki babacığım –neredeyse- her alış-verişte seni hatırlarım! Evet bu incelik ve güzelliği unutmak mümkün mü?
Garibanların babasıydın, misafirlerin dostuydun; köydeki bütün hastaları doktora götürme vazifesini üzerine almıştın; askere giden gençleri bile sen götürüp birliklerine teslim ediyordun. Garibanı, misafiri ve askeri görünce seni hatırlamamak mümkün m?
Nebevi espri geleneğini bütün güzelliğiyle sürdürüyordun; çok latif latifelerin, ve çok nezih nüktelerin vardı. Sayısız nükte ve latifelerini unutmak mümkün mü?
Evet babacığım, mutlaka bu babalar gününde de seni yasinler ve dualarla yad ettiğimizi fark etmişsindir; ancak inan ki bizim için her gün babalar günüdür.
Nur içerisinde yat, sevgili babacığım!