Mehmet Sarmış
4 Mart 2021
Attar Pazarı… Türkçede daha çok aktar deniliyor ama doğrusu Urfa’da söylenilen şekli, yani “attar”. Güzel koku anlamındaki Arapça “ıtr”dan geliyor. Ancak attar yalnız güzel koku değil, hatta kokudan çok her türlü şifalı bitkiyi ve bunlardan yaptığı ilâçları satan kimse demek. Eskinin eczacısı yani. Eskiden birçok şehirde yalnız attarların faaliyet gösterdikleri çarşı ve pazarlar varmış. İstanbul’daki Mısır Çarşısı da bunların en meşhurlarından biridir ve faaliyetine hâlâ devam etmektedir. Urfa’nın Attar Pazarı da Urfalının en iyi bildiği yerlerden biri. Son yıllarda, organik beslenmenin ve alternatif tıbbın revaçta olması dolayısıyla attarlık her yerde olduğu gibi Urfa’da da yeniden önem kazandı. Ve bunun sonucu olarak Attar Pazarının dışında da attariye dükkanları açılmaya başlandı. Fakat bu işin merkezi hâlâ Attar Pazarı. Bölgedeki çarşılar içinde benim en sevdiğim burasıdır. Daha içeriye girerken burnuma çarpan o yoğun koku çok hoşuma gider. Gerçi maske dolayısıyla o kokuyu o kadar iyi hissedemedim ama yine fena sayılmaz. Çocukkenden itibaren burayı bilirim. Rahmetlik annem ve anneannem zaman zaman beni buraya, özellikle de buranın en meşhur attarı olan “Attar İsa”ya gönderirlerdi. Çevrede başka attarlar olsa da çoğunluk onu tercih eder, bu yüzden önü her zaman kalabalık olur, herkes sabırla sıranın kendisine gelmesini beklerdi. Sıra bana gelince, unutmayayım diye adlarını bir kâğıda yazdığım şeyleri Rahmetli İsa Amcaya tek tek söylerdim. O bu kalabalığa alışkın olduğu için her zaman sabırlı ve sakin olurdu, bir kere bile kızdığını, sesini yükselttiğini hatırlamıyorum.
Merhum Attar İsa (İsé)Demirkol, Hicri 1338 (1919/20) yılında doğmuş. Sincar Mahmut adlı bir attarın yanında yetişmiş. 1938’de, yani henüz çok genç iken Attar Pazarında kendisine ait dükkânını açmış. Son 8-10 senesinde yaşlılık ve hastalıktan dolayı işi bırakmış, 2000 yılında vefat etmiş.
Şimdi onun dükkânında işi küçük oğlu Hüseyin Demirkol devam ettiriyor. Büyük oğlu Halil aynı sırada, Mehmet Paşa adlı diğer bir oğlu da hemen çaprazında baba mesleğini sürdürüyor. Yine en kalabalık olan İsa Amcanın dükkânı.
Ben tam orada ve fotoğraf çekerken genç bir arkadaş geldi yanıma, hemen arkamdaki küçük bir attar dükkanının sahibi. Adı Mehmet Gişioğlu imiş, benim gezi yazılarımı takip ediyor ve çok beğeniyormuş. Geçenlerde yazdığım Eski Urfa evlerinin korunması gerektiğine dair düşüncelerimi desteklediğini, kendisinin de kısa bir süre önce böyle bir evi alıp aslına uygun bir şekilde onardığını, ailesi ile beraber hafta sonlarını ve bayramları orada geçirdiklerini söyledi. Çok memnun oldum. Hatıra kalsın diye bir de fotoğraf çektirdik. Özellikle genç bir arkadaşın bu işlere merakı, meraktan öte eylemi hoşuma gitti.
Hoşuma giden bir şey daha var, bu yürüyüş yazılarımı sosyal medyadan takip edenlerle sık sık karşılaşıyorum, yanıma geliyorlar, kendilerini tanıtıp güzel şeyler söylüyorlar, bazıları fotoğraf da çekmek istiyor. “Ünlü”lerin hissettiğine benzer duygular oluşuyor içimde, ünlü mü oluyorum ne? (Burada gülücük işareti var.)
Korona salgını ve buna bağlı kısıtlamalar yüzünden hemen hemen bütün esnaf kesimleri olumsuz etkilenirken, sanıyorum attarlar etkilenmedi. Çünkü virüse karşı bazı bitkilerin iyi geldiğine dair çok yaygın bir kanaat var. Bir de tabii, geleneksel tedavi yöntemlerini büyüklerinden tevarüs edenler, modern tıbba mesafeli duranlar, doktorlardan umduğu sonucu alamayanlar ve özellikle muayene ve ilaç ücreti ağır gelen yoksul kesimler attariyeyi tercih ediyor.
Attar Pazarının hemen ötesinde bir ucu Haşimiye Meydanına açılan Tenekeciler Çarşısı var, ama sadece adı var. Eskiden burada yan yana dizilen küçücük dükkânlarda tenekeciler olurdu. Tenekeleri kesip çeşitli ev ve iş yeri eşyası üretirlerdi, lehim işi yaparlardı, gaz yağı, ispirto vb şeyler satarlardı. Şimdi bir tane bile kalmadı; hepsi attariyeye çevirdi, ayrıca fabrikasyon ve el yapımı sabun türleri satıyor.
Buradan Haşimiye Meydanına çıktım. Sola batıya dönünce Gümrük Hanının alaca dış duvarlarının önünde İsotçu Pazarı uzanıyor. Yolun iki yanında isodun her rengi, her çeşidi ile beraber bakliyat, kuru gıda, kurutulmuş sebze dükkânları sıralanıyor. Yukarıdan sallanan patlıcan, domates, biber, kabak kurularının manzarası çok güzel.
Onun ötesi de eskiden Sobacılar Çarşısı idi, çinkosundan tenekesine her türlü soba, mangal ve yan ürünleri satılırdı. Artık yoklar. Mangal uzun zamandır ısınma amaçlı kullanılmıyor, evde ve piknikte kebap yapmak için alınıp satılıyor. Şehre doğal gaz geldiğinden beri sobalar da piyasadan çekilmeye başladı. Şimdilik doğalgazın girmediği Eski Urfa ve kenar mahallelerde kullanılmaya devam ediyor.
Yeniden içeriye yöneldim. Hanönü Çarşısı, Hacı Kamil Hanı, Gümrük Hanı, Bedesten arasından geçip Bıçakçı Pazarına ulaştım. Solda aradan Kavafhane Çarşısına giriliyor. 1950’lilerden itibaren kavaf/ayakkabıcıların yerini terziler almış. Hemen belirteyim ki, sadece bu çarşıdakiler değil, bütün bu bölgedeki terzilerin çok büyük bir kısmı, ekonomik durumu düşük çevrelere hitap ediyor. Gömlek, pantolon, en çok da kırsal kesimde yaşayan vatandaşlarımızın giydiği geleneksel kıyafetleri dikiyorlar. Malum, hazır giyim sektörü, özellikle de gençler arasında spor giyim merakı geliştikçe terzilik geriledi. Urfa’da bahsettiğim sebepler yüzünden bir talep olduğu için terziler müşteri bulmaya devam ediyorlar. Şimdilik bölgedeki en yaygın meslek terzilik, hanların ve çarşıların çoğunda onlar var. Ama şimdilik…
Kavafhane’de dolaşırken üstündeki levhada “Tütüncü Mustafa Akınan ve Oğulları” yazan, önündeki kocaman naylon torbalarda tütün satan bir esnafa yaklaştım, selam verip kendimi tanıttım. “Tütünün korona virüse karşı koruma sağladığına dair tartışmalı ve aslında bir Yeşilaycı olarak beni rahatsız eden, doğru bulmadığım bir söylenti var; siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Herkesin işleri kötüye giderken sizde durum nedir?” diye sordum. Bu söylentiden haberi olmamış, işleri de herkes gibi kötü imiş. Yanındaki yüksekokul mezunu iki oğlu da KPSS’ye girmiş, alım için duyuru bekliyormuş. Tütün satan birine hayırlı işler demek içimden gelmediği için “Eyvallah!” diyerek ayrıldım.
Yeniden Bıçakçı Pazarına döndüm. Dar bir viraj üzerinde sağlı sollu küçücük dükkanlarda birçok başka eşya çeşidi ile beraber çeşit çeşit bıçaklar dizili. Çok eskiden Kurban Bayramlarında bıçak bileylemeye gelirdim. Çok kalabalık olur, sıra beklerdik. Artık teknolojinin ürettiği yeni bıçaklar bileylemeye de gerek bırakmıyor.
Köşeyi dönünce önümde açılan meydanlığın adı Çadırcılar Pazarı. Eskiden burada bu adla anılan kapalı bir çarşı varmış, 1930’larda yıkılıp meydana dönüştürülmüş. Şimdi batısında ucuz hazır elbise satan dükkanlar var, kuzeyinde bıçakçılar, avcılık malzemesi satanlar, tütüncüler, terziler, kumaşçılar karışık bir şekilde sıralanıyor. Meydanın ortasında sonradan yapılan küçük bir şadırvanın önü hiç boş durmuyor. Eskiden bu meydanı kaçak tütün satanlar ve ikinci el eşya satanlar doldururdu, şimdi banklar, çok sayıda motosiklet ve seyyar satıcılar doldurmuş, ama her zaman olduğu gibi kalabalık ve karışık.
Güney batısında en uçta Hüseyniye Mescidi yer alıyor. İnşa kitabesi yok. Kabri Dabakhane Camiinin avlusunda bulunan Hartavizade Hafız Muhammed Selim Efendi’nin oğlu Hüseyin Feridüddin (Hüseyin Paşa) tarafından 1887 yılında yaptırılmış. Daha önce birkaç defa namaz kıldığım bu küçük mescide bir kere daha girip bu sefer alıcı gözle inceledim, fotoğraflarını çektim. Hüseyin Paşa 1901 tarihinde de Ağviran Köyünde kendi adıyla anılan büyük bir cami yaptırmış. Kabri de aynı caminin bitişinde imiş.
Mescidin batısında kuzey güney istikametinde uzanan birbirine paralel iki çarşıyı da mescitle aynı tarihte Hüseyin Paşa yaptırmış, o yüzden Hüseyniye Çarşıları diye anılıyor. Her biri 15’er beşik tonozla örtülüdür. Doğudaki çarşının kuzey cephesindeki kilit taşının üzerindeki kitabede; “Maşallahu Teala/Suk (Çarşı) açıldı, ayet-i kerime/Nasrun minallahi ve fethün karib (Allah’ın yardımı ve yakın bir fetih), (Saff Suresi 13. Ayetten bir bölüm)/1305(1887)” yazılıdır. (Ayetin ebced değeri çarşının yapılış tarihini vermektedir.)
Çarşı yapıldığı zaman halı, kilim, keçe gibi yaygıların satıldığı bir yer iken, bir ara yemenici esnafı tarafından kullanılmış, daha sonra da bakırcılara tahsis edilmiş. Bakırcılık eskiden kap kacak anlamına gelirdi. En fakir aileler bile bakır eşya kullanırdı. Çocukluğumda bizim de vardı. Bir hayli kullanıldıktan ve artık bakırı görünmeye başlayıp sağlık açısından riskli olmaya başladığı zaman toplu olarak kalaycılara gönderilirdi. Kalaydan dönmesi ile beraber evimize bir neşe gelirdi sanki. Kap kacak pırıl pırıl parlardı. Hele kalaylı tastan su içmeye bayılırdım. Epey bir süredir bakır da kalay da hayatımızdan çekildi, hatta bakır eşyalar antikaya dönüştü, evlerin misafir odalarında vitrinlerde sergilenir oldu. Şimdiki gençlere ayran kaşığından söz edince hayret ediyorlar, ayran da kaşıkla içilir miymiş? Bakırın yerini hızlı bir şekilde çinko, alüminyum (Urfa’da alamiyon ve tütya denirdi), plastik, metal, seramik, teflon vb aldı.
Hüseyniye Çarşılarının birinden girip diğerinden döndüm. Niyeyse şimdiye kadar çok girmemişim buralara. O Ortaçağ havası kesif bir şekilde kendini hissettiriyor. Bakırın yanında diğer metallerden de her türlü hediyelik eşya satılıyor, sipariş alınıyor, yenisi üretiliyor. Arada daha düne kadar evlerimizde kullanılan eşyalar antika niyetine satılıyor. Dolaşırken bir kalaycıya denk gelince durdum, şoktandır ggörmüyordum. Yaşlı bir amca, tezgahın üzerinde yanan ateşin başında bir siniyi kalaylıyordu. Selam verdim, şöyle bir yüzüme bakıp işine devam etti. Ayaküstü biraz konuştuk. Adı Mustafa Hakkı Ozan. Seksen iki yaşındaymış ve yetmiş beş yıldır bu işi yapıyormuş, demek ki yedi yaşında başlamış diye içimden hesap ettim. “Kaç kişi var bu işi yapan?” diye sordum, “beş altı kişi kaldık” dedi. Bu arada bana dönmüyor, işini büyük bir aşkla yapmaya devam ediyordu. O da nesli tükenenlerden olduğu için böyle ilgi çektiğinin farkında, alışmış, benim ilgime şaşırmıyor. Müsaade alıp birkaç fotoğraf çektikten ve çektirdikten sonra, hayırlı işler dileyerek ayrıldım. Allah Kürkçü Ali Mızrakçı’lara da, Kalaycı Mustafa Ozan’lara da uzun ömürler versin; onlar gidince yaptıkları meslekler de bitecek gibi görünüyor. Belki turistik amaçlı olarak farklı mekânlarda birkaç tezgah faaliyetini sürdürebilir.
Bu arada bu bölgenin geleceğini de düşündüm biraz. Bu canlılık bir süre daha devam eder. Fakat gelişen teknoloji, değişen sosyolojik yapı, sürekli bir alt üst oluş içindeki insan yapısı, alışkanlıkları, zevkleri, hızla değişen arz talep dengesi buralara er geç yansıyacak. Burada sürdürülmekte olan mesleklerin çoğu yok olacak. Yeni nesiller gittikçe daha çok AVM’lere, hatta internet üzerinden alışverişe yönelecek. Ve buradaki usta çırak zinciri kırılacak, ustalar çırak bulamayacak, babalar eskiden olduğu gibi çocuklarını kendi mesleklerine yönlendirmeyecek. Buralar bu kadar kalabalık ve canlı olmayacak. Peki, ne olacak o zaman? Bu meslekler sona erecek de bu insanlar ne olacak? Hadi, büyükler bir şekilde emekli olacak, ömrünü tamamlayacak da, hâlâ burada çıraklık, kalfalık yapan çocuklar, gençler ne olacak? Hangi işi yapıp geçimlerini nasıl sağlayacak? Ya bu tarihi hanlar ve çarşılar ne olacak? Eski Urfa mahalleleri gibi boş mu kalacak, harabeye mi dönecek?
Artık bütün bunlar üzerinde de düşünmek ve şimdiden hazırlık yapmak, çözümler üretmek gerekiyor. Yetkili ve etkili makamlarda oturanların, ilgili STK’ların ve şehir üzerine düşünen aydınların bu konular üzerine de kafa yormasının zamanıdır.
Zaman gittikçe daha hızlı geçiyor, değişim baş döndürücü bir şekilde hızlanıyor, artık kendimi de dahil ettiğim eski neslin uymakta zorlandığı bambaşka bir dünya ve bambaşka hayat oluşuyor, yaygınlaşıyor. İstesek de istemesek de bu bir gerçek ve bunu engellemenin imkânı yok. Ya, kendi değerlerimizi de uyarlayıp buna uyum sağlayacağız ya da direneceğiz, yenileceğiz, savrulacağız. Ucundan kulağından eski hayatı yaşamış olan, alışkanlıkları, değer yargıları, zevkleri o hayatın içinde şekillenmiş olan eski nesiller için bunun kolay bir şey olmadığının farkındayım. Ben de bunun bir parçasıyım, benim için de zor ve hüzün verici ama kendimi kandıramıyorum. Hatta eskinin güzelliklerine dair bir şeylere yetişebildim diye kendimi şanslı, bundan mahrum oldukları için yeni nesilleri şanssız sayıyorum. Fakat gidişat bu yönde, hem de öyle 50-100 yıldan söz etmiyorum, değişim çok hızlı, 5, 10, 15 yıldan söz ediyorum. Herkesin elini çabuk tutması lazım. Ne demişti Üstad Bediüzzaman, “Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal.”
Bu duygular içinde şimdilik var olan bu hanların, çarşıların, insanların arasındaki yoluma devam ettim.
Meydanın doğu tarafından çıkıp sağa kıvrıldım.
Bu arada bulunan ama artık olmayan önemli mekanlardan biri de şehrin ünlü kahvehanelerinden Köroğlu Kahvehanesi… Yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi olan bu kahvehanenin ben sadece adını duymuştum. Müdavimleri daha çok bölgede çalışan esnafmış. Sabah namazından sonra gelir, zevklerine göre çay, kahve ve nargile ile demlendikten sonra mesaiye başlarmış. Diğer kahvehaneler gibi burası da buluşmaya, konuşmaya, dertleşmeye, dayanışmaya, haberleşmeye ve yardımlaşmaya vesile olurmuş. Bölgeyi ziyarete ve alışverişe gelenlerin de uğrak yerlerinden biri imiş. 1950’li yıllarda Ramazan geceleri bu kahvehaneye meddahlar gelip eski halk hikâyeleri anlatırmış; bazı hikâyeler, devrin dizi filmleri gibi bölümler halinde birkaç gece sürermiş. Kasnak teyplerin ve mahalli bantların çoğalmaya başladığı 1960’ların sonlarına doğru burada da o teyplerden o bantlar çalınmış ve müşterilerin bir kısmı biraz da bant dinlemek için gelmeye başlamış. Sonraları diğer ünlü kahvehanelerin başına gelen Köroğlu Kahvehanesinin de başına gelmiş ve 2001 yılında kapanmış. Mekânı bölünerek değişik ev eşyaları satılan dükkanlara dönüşmüş. Zaman her şeyi değiştiriyor, dönüştürüyor. Yarının gençleri, şimdi var olan nice yerleri göremeyecek, meraklısı benim gibi ancak kitaplardan okuyacak.
9 ŞUBAT 2021 SALI