Konuk Yazar
19 Aralık 2020
Mehmet SARMIŞ
Aşağıdaki yazı bir hayli uzun. Ancak orta ve üzeri yaş grubunun çocukluk ve gençlik dönemlerine dair çok şey bulacağını sanıyorum. Bizim dönem Urfa’sını merak eden gençlerin de ilgisini çekebilir.
Okuyucuların eksik ve yanlış buldukları hususları düzeltmesi beni çok memnun eder.
Tıpkı çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda olduğu gibi, tıpkı Kamberiye’deki evimizden çıkıp Karakoyun Deresinin kenarından yürüyüp çıkar gibi yaptım.
Bizim için Köprübaşı mahallenin bitiminden itibaren çarşı kısmı ile başlardı. O zamanlar bu yol daha dardı, birkaç defa sağa doğru genişletildi. Bu tarafta boydan boya bakkal ve manav dükkanları uzanırdı, arada kuru eşya satanlar da olurdu. Mahalle bakkallarına göre daha “pahalıcı” oldukları için nadiren buradan alışveriş yapardık. Bizim tıraş olduğumuz berber dükkanı da buradaydı. Berber Celal Amca babamın arkadaşı idi. Bit tehlikesinden dolayı çocukların genellikle 3 numara tıraş oldukları o zamanda ben ve kardeşlerim hep alaburus tıraş olurduk. Yalnız tıraş makinesi elle çalıştırıldığından sık sık saçlarımı yolar, canımı acıtır, ama ben yine de, utancımdan ve babamla gelmişsek onu mahcup etmemek için sesimi çıkarmazdım. Bu yüzden berbere gitmeyi hiç sevmezdim, o günlerin etkisi midir bilmiyorum, hâlâ sevmem. Sonraları, keşke ayarlanabilen, başımızı sokup kolayca tıraş olabileceğimiz bir makine icat edilse diye çok hayal kurmuşumdur. Bu hayalimi ilk defa tanıştığım bütün berberlerle paylaşmışımdır. Hâlâ kurarım bu hayali ve nasıl oldu da teknoloji bu kadar geliştiği halde böyle bir makine icat edilmedi diye şaşarım. Rahmetli annem, benim için “Benim oğlum büyüyünce berber olacak” derdi o zamanlar. O zamanın zor ve kirli mesleklerine göre daha rahat ve temiz olduğu için. Bense hep okumanın derdindeydim. Berber dükkanı yıkılalı, Celal Usta öleli çok oldu.
Bu yazıyı yazarken öğrendim, Köprübaşı’ndan başlayıp Asım Paşa Camiinin üstünden Kamberiye’ye doğru uzanan yolun adı Melik Cabbar Caddesi imiş. Ben İlk defa duyuyorum.(Cihat Kürkçüoğlu Hocamızdan öğrendim ki bu caddeye bu isim 1975 Urfa İmar Planı’nı hazırlayan “Malik Çapar” anısına Belediye Meclisi kararı ile verilmiş. Ancak caddenin tabelasını yazanlar bunu sanki tarihten gelen bir isimmiş gibi “Melik Cabbar” şeklinde yazmışlar.)
Solda bir kömür deposu ve satış yeri vardı. Zaman zaman buradan kovalarla kömür aldığımı hatırlıyorum. O zaman evimizde henüz sobamız yoktu, ısınmak için mangalda kömür “kayar”, bazen üzerine tandır kurardık. O kömürcü hâlâ var, yalnız girişine camekânlı bir bölüm eklenmiş. Selam verip içeriye girdim, hemen hemen benim yaşımda olan arkadaşı hatırlıyordum, o da beni hatırladı. Babası vefat etmiş tabii. Biz baba mesleğini sürdürüyoruz dedi. Şimdi odun kömürü ile ısınan kalmadı, kömür kebap mangalı için alınıyor. Deposuna girdim, taşlarla örülmüş tarihi bir yer. Bitişiğindeki Hacı Kamil Köprüsünün bir parçası sanıyorum. Bana biraz tarihteki zindanları, biraz da her taraf simsiyah olduğu için binlerce metre yeraltındaki madenleri hatırlattı.
Kömürcüden sonra, yol boyunca eskiden olduğu gibi çeşit çeşit iş yapan küçük dükkânlar uzanıyor. Çoğunun sahibi değişmiş. Bizim et aldığımız küçük kasap dükkânı da duruyor. Ara sıra et almaya giderdim. Kasap Reme (Ramazan) Emmi’ye babamın selamını iletip yarım kilo, eğer bir misafirimiz varsa nadiren bir kilo et alırdım. Sık sık gitmek, kilo kilo almak kim, biz kim? Yaklaşıp selam verdim. Reme Emminin oğlu Zeki. O da beni hatırladı. Tıpkı kömürcü gibi o da baba mesleğini sürdürüyor. Babası vefat edeli çok olmuş. Rahmet dileyerek, onun da babama iletmek üzere selamını alarak ayrıldım.
Bu tarafta girişi dar, içerisi geniş bir kahvehane vardı, başımı çevirip oyun oynayan, sigara içen, sohbet eden, çay içenlere bakardım, ama bir defa bile girdiğimi hatırlamıyorum. Fırın aynen eskisi gibi, yoğurtçu dükkanı da… Yine bu tarafta merdivenle çıkılan bir otel vardı. Yazın damdaki somyalarda yatılırdı. Baktım hâlâ var, Uğur Oteli’ymiş adı. Yukarısını hiç görmedim.
Köprübaşı o zamanlar da şimdiki gibi çok kalabalık olurdu. Şimdikinden farklı olarak arada çeşit çeşit eşya, yiyecek, bu arada gececiler için mezelik satan seyyar satıcılar olurdu. Gece geç saatlere kadar çalışırlardı, aydınlık için lüks (löküs) yakarlardı.
70’li yıllarda Türkiye’de kaçak sigara furyası başlamıştı. Bizim mahallenin çocukları, ellerinde çeşit çeşit sigara paketlerinin olduğu poşetlerlesağa sola koşarken bağırarak sigara markalarının adlarını sayarlardı. Kent, Palmall, Camel, Marlbora gibi bazılarının adlarını hâlâ hatırlıyorum. Çocuklar bazen zabıta ile köşe kapmaca oynar, ara sıra yakalanınca poşetler ellerinden alınır, ama onlar gidince yeniden meydana çıkarlardı. Ben o çocuklardan uzak dururdum, ama bir yandan da acırdım. Hele yakalandıklarını görünce üzülür, zabıtaya kızardım.
Köprübaşı’nın sağ tarafı çok değişti. Eczane, banka ve otelin geçmişi çok eski değil. Daha ötede Büyükşehir Belediye binasının karşısında, bugünkü Urfa Pasajının yerinde eskiden Bilal-i Habeşi Camii varmış, ben hatırlamıyorum.
Belediye binasının yerinde kesme taştan yapılmış olan Uray Oteli ve hemen yan tarafında belediye tarafından 1930’larda yaptırılan Uray Sinema ve tiyatro salonu varmış. Ben oteli hatırlamıyorum, ama internetteki resimlerinden çok güzel bir bina olduğu anlaşılıyor. Uray sinema ve tiyatro salonu ise duruyor. Bizim çocukluğumuzda adı Türkmen Sineması idi, Ahmet Bahçıvan’ın belediye başkanlığı sırasında (1994-2004)restore edilip Şair Nabi Kültür Merkezi olarak hizmet açıldı. Resimler gitti ama güzel bir salon oldu. Bu salonun benim hatıralarımda özel bir yeri vardır. Önce sinema, sonra kültür merkezi olarak. Sinema döneminden az ilerde bahsedeceğim. Daha sonra bizzat tanışıp beraber sendikacılık yapacağım merhum Mehmet Akif İnan’ı ilk defa bu sinemanın salonunda görmüş, bir konferansını dinlemiştim. Kültür Merkezi olduktan sonra da burada çok programa katıldım, bazılarında konuşmacı oldum, bazılarını bizzat ben organize ettim. 28 Şubat döneminde Eğitim-Bir-Sen Şube başkanı olarak düzenlediğimiz bir programın açış konuşmasını yaparken anlattığım iki fıkra dolaysıyla nerdeyse mahkemelik olup hapse girecektim.
Belediyenin güney ucunda bir gazete bayii vardı, küçük bir kulübe. Benim çarşıya çıkmamın en önemli sebeplerinden biri. Her hafta farklı günlerde çıkan üç çocuk dergisi alırdım; Doğan Kardeş, Tercüman Çocuk ve Milliyet Çocuk… Doğan Kardeş çok eskidir, kuşe kağıda basılırdı. Şirinler’i ilk oradan tanıyorum. Ama satın almaya başlamadan çok önce Halk Kütüphanesindeki sayılardından. Diğer iki dergi ise, aynı adlı gazetelerin yan ürünü olarak 1970’lerin ikinci yarısında yayınlanmaya başlandı. Çıkış günlerini sabırsızlıkla beklerdim. Dünya klasiklerinin, özellikle çocuklara yönelik olanlarını, ilk olarak Milliyet Çocuk Dergisinin ortasında verdiği çizgi roman şekillerinden okudum. Tercüman Çocuk’un fasiküller halinde verdiği ve benim daha sonra ciltlettiğim Padişahlar Ansiklopedisi ise bana Osmanlı tarihi hakkında çok şey öğretti; hala muhafaza ederim. Benden sonra çocuklarım da faydalandı. Her üç dergiye yaptığım çalışmaları da gönderirdim. Yayınlanan bazılarını kesip sakladım, keşke hepsini muhafaza edebilseydim. Bu yazı vesilesi ile baktım, üç derginin de sayıları “Gitti Gidiyor”da satılıyor, adlarına sosyal medya hesapları açılmış. Bir ara girip uzun uzun incelemeyi düşünüyorum. O dergileri lise yıllarıma kadar okudum, sonra o gazete bayiine gitmeye devam ettim. Bu sefer hafta sonu eklerinden dolayı gazete almaya. Yazı ve haberlerini okumanın yanında bulmacalarını çözmek, çeşitli konulardaki yarışmalarına katılmak için.
Belediye binası ile karşısındaki Harran Otelinin arasında bir abide varmış; “Köprübaşı Taş Abide”. 1958 yılında yıkılmış. Şimdi Samsat Kapısı’ndaki abide, çok sonraları Ahmet Eşref Fakıbaba’nın belediye başkanlığı döneminde Köprübaşı’ndaki abidenin fotoğraflarına bakılarak Mimar Cevher İlhan tarafından yapılmış. (Bu, ve bu yazıda geçen benim hatırlamadığım, daha bir çok tarihi yapı hakkında, şimdi Ankara’da ikamet eden Sevgili Cihat Kürkçüoğlu Hocamız bilgi verdi. Kendisine çok teşekkür ediyorum.)
Köprübaşı’nı yukarı doğru çıkarken solda Zincirlikapı’ya dönen kısa yol var. Burada fazla bir değişiklik yok. Hemen hemen aynı işi yapan işyerleri sıralanıyor. Sağda ve soldaki, girişi dar, arkası geniş lokantaların vitrinlerinde o zamanlar her türlü kebap çeşidi sergilenirdi. Önlerinden geçerken iştahla bakardım, bir defa bile girip yeme şansım olmadı. Fakat babam her ay tıraş olmak için çarşıya çıktığında buradaki pastaneden eve pasta alarak dönerdi. Kardeşlerimle o günü hasretle beklerdik. Özellikle araya birkaç tane katılan kaymaklı pastaları severdik. Buradaki lokantalar Ramazan aylarında vitrinlerini boydan boya büyük bezlerle kapatırlardı, kimse içeride yiyip içenleri görmesin diye. Şimdi o hassasiyetler pek kalmadı.
O zamanlar Köprübaşı’nın birkaç yerinde gece kulüpleri vardı. Kapılarında, tıpkı eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi, orada şarkı söyleyen kadınların kocaman siyah beyaz posterleri yapıştırılmış olurdu. Yaz geceleri damda yatarken, o kadınların söylediği o günlerin en popüler şarkıları şehre yayılırdı. Ben bazılarını onlardan dinleye dinleye öğrenmiştim. O kadınlar, hemen köprünün üzerinde, adı Çiçek Palas olan kesme taştan yapılan otelde kalırdı. Burası otel olmadan önce Osmanlı Bankası imiş, otellikten sonra da bir partinin merkezi oldu. Şimdi orta yerde metruk bir şekilde akıbetini bekliyor.
O gece kulüplerinde ve çevredeki birahane ve içkili lokantalarda kafayı bulanların bir kısmı geceleri sallana sallana eve dönerlerdi. Sanki içenlerin, yine o eski Yeşilçam klasiklerindeki gibi yalpalayarak yürümesi, ağzı burnu salyalarla mayışarak konuşması, kısaca sarhoş olduğunu belli etmesi gerekirmiş gibi… Şimdi de içenler var, ama öyle manzaralar görmüyoruz.
Köprünün iki yanında demir korkuluk vardı, aşağıda Karakoyun Deresinin altından aktığı Hacı Kamil Köprüsünün ayakları görünürdü, ama görünen manzara hiç hoş değildi, tam anlamıyla çöplüktü. Şimdi o çirkinlik görünmüyor, ama köprü de görünmüyor. Mevcut durum olabilecek en iyi yol muydu, emin değilim.
Köprünün bitiminde aşağıya doğru inen umumi tuvalet de kullanılamayacak kadar kötüydü. Fakat bence o günün şartlarında vatandaşlara böyle bir hizmetin verilmesinin düşünülmesi önemli. Aradan şu kadar zaman geçmiş, o kadar da dile getirildiği halde şimdi şehrin bu en işlek caddesinde böyle bir yer yok.
Tuvalet merdivenlerinin girişine yakın bir yerde ahşap bir kulübe vardı. Tekel bayii olarak kullanılırdı, çeşitli alkollü içkiler ve beraberinde çerez, ufak tefek ihtiyaç maddeleri satılırdı. Aşağı Çarşı’ya kadar bir veya iki yerde daha bu kulübelerden vardı. İçki şişeleri kâğıtlara sarılır, alanlar aceleyle uzaklaşırlardı, bana öyle geliyor ki kimsenin kendilerini görmesini istemezlerdi.
O civarda köprüyü yapan Hacı Kamil’in bir köşkü de varmış, 1939’da şimdi üzerinden ana yolun geçtiği betonarme köprü yapılırken yıkılmış.
O metruk binanın güney doğusunda bir zamanlar Urfa’nın en ünlü mekanlarından biri vardı; Dörtyol Kıraathanesi/Kahvehanesi ya da kısaca “Kahvesi”. Büyük bir yerdi, duvarlarındaki camlı vitrinlerde çeşit çeşit nargileler ve renkli cam vazolar, bardaklar bulunurdu. Çok kalabalık olurdu. Dayım (Durak Türkmen) burada çalıştığı için birkaç defa onu ziyaret için gittiğimi hatırlıyorum.
Buranın hemen üstünde ise İpek Otel vardı, halen var. 1950’de yapılmış. Bediüzzaman Said-i Nursi 1960 yılında, vefatına yakın Urfa’ya gelmiş, 21-23 Mart günlerinde bu otelin 27 Numaralı odasında kalmış. Urfalılar yoğun ilgi göstermişler, ziyaretine gelip elini öpmüşler. Üçüncü gün sabaha doğru vefat etmiş. Otelin sahipleri O’na hürmeten o odayı başkalarına kullandırtmamış, mescide dönüştürmüş.
Otelin önüne gelince daha önceden kararlaştırdığım üzere kapısını açıp girdim. Kendimi tanıtıp niyetimi söyledim. Resepsiyona bakan genç çok memnun oldu, refakatime verdiği bir çalışanla beraber ikinci kata çıktık. Kapısında hâlâ 27 numara bulunan odanın kapısını açıp bir müddet ibretle göz gezdirdim. Küçücük, son derecede sade ve temiz döşeli bir oda. Büyük adamlar şatafattan hiç hoşlanmıyorlar. Zaten Bedizzaman’ın bütün hayatı çok mütevazı ve çok sade. Kendisinden kalan birkaç basit eşya da Urfalı talebelerinden merhum Abdulkadir Badıllı tarafından muhafaza edilmek üzere odadan alınmış. Belki bu otel bir müzeye dönüşür de orada sergilenir diye. Çok konuşuldu ama şimdiye kadar bu konuda bir gelişme olmadı. Şimdilerde o bölgede yapılan meydan çalışmaları sırasında bu otelin akıbeti tekrar tartışılıyor. Yıkılacak mı, kalacak mı, henüz kesin bir şey yok. Benim düşünceme göre kalmalı ve müzeye dönüştürülmeli. Üstad’ın Urfa’ya yönelik çok güzel sözleri var; “Urfa taşı ile toprağı ile mübarektir” demiş. Vefat etmek için burayı seçmiş. İlk defnedildiği ve sonradan çıkarıldığı yer burada. Kesin olmamakla beraber kabrinin de burada olduğuna dair görüşler var. Her yıl vefatının yıl dönümünde (Kadir Gecesi olarak kabul edildiği için Hicri takvim esas alınarak Kadir Gecesinde) binlerce seveni Urfa’yı ziyarete geliyor. Bu hatırayı canlı tutmak, o sevenleri sevindirmek bir kadirşinaslıktır, Urfa’nın inanç turizmi için de önemlidir.
Otelin karşısında ana yol üzerinde çok eskiden bir fotoğrafçı tezgahı olurdu. Sanıyorum adı Şükrü olan yaşlı bir fotoğrafçısı vardı. Resmi işlemler için acil ve ucuz fotoğraf çektirmek isteyenleri tahta bir sandalyeye oturtur, poz verdirir, sonra başını ahşap üç ayaklı fotoğraf makinesinin o küçük bir çuvala benzeyen bez kısmından içeriye sokar, önce o teknolojinin gereği fotoğrafın negatifini çeker, sonra da ondan normal görüntü alırdı. Çekmeceden çıkardığı ıslak fotoğrafların çerçevesini kesip, sonra da dizinin üzerinde eliyle bastıra bastıra kuruttuğunu şimdiymiş gibi hatırlıyorum. Sadece vesikalık değil, isteyenlere hatıra fotoğrafları da çekerlerdi. Fotoğrafların “Arap” denilen negatifleri bize çok ilginç gelirdi. Ben de ilkokula kaydolurken orada fotoğraf çektirmiştim. Bu fotoğrafçılardan bir tane de Hazar Pasajının girişinde vardı.
Not: Devam edecek.