Konuk Yazar
11 Temmuz 2016
İç savaş nedeniyle
ülkesini terk etmek zorunda kalan bir Ortadoğulunun, Paris’te karın tokluğuna
çalışırken, gündelik bir jesti nasıl karşıladığını sarsıcı bir sıfatla aktarır
Amin Maalouf: “Taşkın bir minnettarlık.” Olağan koşullarda, “iyilik” sayılamayacak
bir insani davranışın, abartılı bir şükran duygusu yaratmasından, Maalouf da
derin bir rahatsızlık duyar ve “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında -özellikle
bizim coğrafyadan Avrupa’ya doğru yönelen mülteciliğin, yalnızca psiko-sosyal
konumunu değil, ekonomik ve siyasi temellerini de “uyandırıcı” tespitlerle
irdeler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Suriyelilere vatandaşlık verileceği
açıklamasıyla sosyal medyada başlayan son tartışma, sığınmacılara yönelik bakış
açısının, Türkiye’de de meselenin kendisi kadar sorunlu, kaygı verici olduğunu
haber veriyor. “Ülkemde Suriyeli İstemiyorum” başlığı altında yayılan nefret
söylemine baktığımızda, belki net ve tutarlı bir bakış açısından ziyade, hafife
alınmayacak yaygınlıktaki düşmanlık duygusundan söz etmek daha isabetli olacak.
***
Solculuğu geçtim.
İşsizliği artıracağı, “pasta”yı küçülteceği varsayımıyla yayılan düşmanca
dilin, görece sorgulayıcı olmasını beklediğimiz “klavyeler”den körüklenmesi,
insanı uzun uzun düşündürüyor. Mesele, şaşırıp şaşırmama tercihinden ibaret
olsaydı aslında, kaygının zemini de oluşmayacaktı. Fakat, rejimin burun üstü
çakılan dış politikasını pas geçen bir “Ülkemde Suriyeli İstemiyorum”
kampanyası, sadece ırkçı kibri temsil etmekle kalmıyor. O kampanyaya katılanı,
yaptırdığı anketlerde oy açığını gördükçe çark üstüne çark eden, nihai hedefine
ulaşmak için nüfus tasarımcılığına kalkışan büyük hesap sahipleriyle aynı
hizada birleştiriyor da.
“Neden ülkenizin
‘cihatçı otobanı’ olmasına itiraz etmiyorsunuz, sığınmacıları Avrupa’da ayrı,
ülke içinde ayrı bir ‘sopa’ diye kullanma taktiğini neden görmezlikten
geliyorsunuz” sorularını sormamak da öyle…
***
Türkiye, “açık
kapı” politikası gereği, Suriyeli sığınmacıları kabul ettiği 2011’den itibaren
insani mülahazalarla kamplar kurdu. İlk üç yıl yönetici kadroların ortak
söylemi, “Bir gün savaşın bitip onların da ülkelerine geri döneceği”
yolundaydı. Aradan beş yıl geçti. Bugün 3 milyon Suriyeli’in, Türkiye’de nasıl
ve hangi koşullarda yaşayacağı, doğru kavramla “entegrasyonu” meselesi;
eğitimden sağlığa, çalışma hayatından üretime kadar, “Hadi vatandaş olsunlar,
ben yaptım oldu” denemeyecek kadar çok boyutlu devasa bir sorun. Bu ölçekteki
sorunun ciddi ve kapsamlı biçimde tartışılıp hatta “millete sorulmasından” daha
tabii bir şey de olamaz. Gerçekten bu konuda söz söyleme derdimiz varsa,
Suriyeli sığınmacıların bu ülkedeki kronik işsizliğin, 10 bin dolarda
sabitlenen orta gelir tuzağının, vakıflar üzerinden perdelenen yoksulluğun
sorumlusu olmadığını bilmemiz gerekiyor. Kayda geçsin ki, 17-25 Aralık
yolsuzluklarının, çalınan kamu kaynaklarının, iş cinayetlerinin, dini duyguları
sömürerek çocuklarımızın istismarının sorumluları Suriyeli sığınmacılar değil.
Biata itiraz ederken, yabancı düşmanlığının kıyılarında “taşkın minnettarlık”
talebi insanlığa sığmaz.