İbrahim Halil Okuyan
10 Kasım 2011
İnsanda yaratılan şu üç şeyden; İkisi (Ruh ve Cenabı Hakkın ondaki bir Emaneti olan Beden ) Emanettir,
Birisi (bu dünyada yaptığı iyi ve kötü işlerdir) onundur.
Emanet “Korunup Saklanması ve Eksiksiz olarak Sahibine İade edilmesi gereken şey” demektir.
Korunması gereken şey, Bir Mal olabileceği gibi,
Bir Namus ve Milletin geleceğiyle ilgili bir Devlet Sırrı da olabilir.
Hangi çeşit Emanet olursa olsun,
Onu korumamak “Hıyanet Suçu” işlemek olur.
Emanete hıyanet edenlerin Güvenilir bir insan gibi itibar Görüşü,
Emin kişilerin hainmiş gibi Hor görülmesi,
İslâm şuuruna ne kadar yabancı kaldığımızın acı bir delilidir.
Gerek Kamu gerekse Özel sektörde yöneticiler “Emanetçi” dirler.
Onlara bir takım Maddi ve Manevi değerler teslim edilmiştir.
Örneğin; Okul İdarecileri ve Hocalar çocuklarımızı emanet ettiğimiz insanlar olup, işverenin malları da işçisine bir nevi Emanettir.
Emanete İhanet etmek ve verilen sözlerde durmamak, insanların en çok işledikleri suçlardandır.
İşe adam tayininde yapılacak hatalı tercihler, devlet ve millet malının zararına yol açmaktadır.
Bazı kimselere iş bulma gayretiyle hareket ederken,
İşin beklediği Ehliyeti dikkatten uzak tutmak,
Bir kişilik işi on bir kişiye gördürme alışkanlığını ortaya çıkarmaktadır.
Bu hatalı tutum, “Asalak Bir Güruh” un türeyip üremesine ve Milletin sırtına “Yük” olmasına sebep olmaktadır.
Emanetçi iken Emanet edilenleri kendi malı zannetmekte,
Yağmuruyla güneşiyle, ağacıyla meyvesiyle tam bir düzen içinde yaratılan dünyaya baş aktör seçildiğini ve her şeyin onun istifadesine sunulduğunu unutmakta İnsan.
Zira o düşünen tek varlıktı ve düşündüğü için vardı.
Ama olmadı.
İnsanlar özünden uzaklaştı.
Nefislerine hizmetçi oldular.
Savaşlar aldı başını çoluk-çocuk, yaşlı-aciz ayırt edilmez oldu.
Terör bir veba gibi sardı ortalığı.
Yaşamın her alanını yolsuzluklar ve yoksulluklar kuşattı.
Kimi nimetler içinde yüzerken kimileri açlıktan hayata gözlerini yumdu.
Sabır, Şükür ve Dua; yerini Kine, Öfkeye, Nefrete ve Zulme bıraktı.
Sevgisizlik ve Bencillik egemen oldu Dünyaya..
İyilikler ve güzelliklere ait ne varsa teker teker unutuldu.
Şiddet ve kavga rağbet görürken İnsanlık adına her ne varsa dibe vurdu ne yazık ki.
“Aziz Nesin” bu gerçeği aşağıda kısaltılarak verilen hikâye ile çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.
“Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbir şey yokmuş.
Hiçbir şeyi olmayan bir ülkenin bir Padişahı varmış.
Bu Padişahın da bir hazinesi varmış.
Bu hazinede “O Ulusun En Değerli Bir Emaneti” korunurmuş.
Atalardan kalan bu Emanetle O Ulus övünürmüş.
“Hiçbir şeyimiz yoksa da,
Atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı” diye avunurlar,
Yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturlarmış.
Atalardan kalan emanet,
Bir kişinin, iki kişinin değil, bütün Ulusun olduğundan,.
Herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış.
Onun korunmasına canla, başla çalışırlarmış.
Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş.
Padişah, Sadrazam, Vezirler, Sarayın bütün ileri gelenleri,
Her yılın bir günü, Atalardan kalan “Kutsal Emaneti” koruyacaklarına Namusları üzerine yemin ederlermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün Padişahın içine, Ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu Emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş.
Padişah, bu Emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş.
Sonunda bu isteğini yenememiş, bir gün hazine dairesine girmiş.
Sarayın hazinesine Padişah, Sadrazam, Vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler,
Emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış.
Padişah da böyle yapmış.
Bu Emanet, oda oda içinde kırk odadan geçtikten sonra kırk birinci odanın içinde dururmuş.
0 odanın içinde de kutu kutu içinde, kırk birinci kutunun içindeymiş.
Padişah, Kırk birinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt çarpıyormuş.
“Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?” diye büyük bir merak içindeymiş.
Bir de kırk birinci kutuyu açıp baksın ki, Ne görsün:
Yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher.
Bir alev gibi yanıp duruyor.
Altın desen altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil…
Padişah kendini tutamamış, içinden,
“Atalardan kalan bu kutsal emaneti ben kendime alırım. Benim olur. Kim nereden bilecek?” diye geçirmiş.
Kutsal emaneti kutusundan çıkarıp, cebine atmış.
Atmış ama “Ya benim çaldığım anlaşılırsa…” diye de içine bir korku düşmüş.
O zaman, “Ben bu pırıl pırıl yanan şeyi alır, onun yerine üstü Yakut, Sedef, Zümrüt, İnci, Elmasla süslü bir Platin koyarım, Hiç kimse bu emaneti görmediğine göre, Günün birinde kutuyu açarlarsa, Kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar…” diye düşünmüş.
Dediği gibi de yapmış.
Ama Yaptığı düzen anlaşılacak diye de ödü kopuyormuş.
Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için,
O zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken,
Padişah bu andı yılda ikiye çıkarmış.
Sadrazam kurnaz bir kişiymiş.
“Eskiden yılda bir kez emaneti korumak için ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?..” diye Sadrazamın içine bir kuşku düşmüş.
“Yıllardan beri koruduğumuz bu emanet ne ola?” diye o da bir gün hazineye girmiş.
Kırk bir odadan geçip, Kırk bir kutuyu açıp emaneti görmüş.
Ne de olsa Padişah, dalaveresi çakılmasın diye,
Çaldığı emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş.
“Ben bu emaneti alır, yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse, emanetin ne olduğunu bilmediğinden, Günün birinde kutuyu açarlarsa, Kutsal emanetin bu olduğunu Sanırlar…” diye düşünmüş.
Dediği gibi de yapmış.
Ama içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir Korku olduğundan,
Padişahın yılda ikiye çıkardığı ant içme törenini,
Yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda dörde çıkarmış.
Benzer şekilde sırasıyla; vezirlerden biri kutsal emaneti Gümüşle ve Saray Nazırı da Bakırla değiştirmiş.
Hazineyi koruyan Subaşı, kurnaz bir adammış içinden,
“Ne oluyor böyle? Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem…” demiş.
O da öbürleri gibi kırk bir odadan geçip, kırk bir kutuyu açmış.
Parlak bakın görünce çok sevinmiş.
“Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden bilecek?..” demiş.
Dediği gibi de yapmış.
Ama yaptığı iş, içine sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese anlatmak için gösterişe başlamış.
Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti,
Ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş.
Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış.
“Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla,
Kanımızla koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz.
Doğrusu bu emaneti hazinede çok iyi saklıyor, koruyoruz.
Peki, ama bu emanet nedir?
Biz emanetçi değiliz ya…
şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim!..” Demiş.
Bu sözler bomba etkisi yaratmış.
Başta Padişah olmak üzere,
Emanete Hıyanet edenlerin hepsi birden,
Hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla,
Bu dileği ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar.
Gerçek emaneti aşırıp onun yerine sırasıyla sahtesini koyanlar,
Bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden,
Hırsızlıkları ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş.
“Koruduğumuz emanetin ne olduğunu görelim!..” diyen kişiyi,
“Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen kim olasın da göresin… “Diyerek,
O kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek, aşağılamakla suçlamışlar.
Bütün ulusu da kandırdıklarından, kendileriyle birlik edip,
Bunu söyleyenin üstüne yürümüşler.
Zavallı az kalsın linç edilecekmiş.
Sonra padişah,
“Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!..” Demiş.
Bu kişiyi öldürmek için önce bir Yasa yazıp,
Sonra Özel bir Mahkeme Yargısı ile öldürmüşler.
Gelgelelim, öldürmekle iş bitmemiş.
Çünkü ölen kişinin sözleri ağızdan ağıza yayılmış.
O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş.
Günün birinde halkın içinden biri,
“Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu,
neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?..” diye düşünmüş.
Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş.
Ama Padişah, Sadrazam, Vezirler,
Bütün Emanet Hırsızları,
Çaldıkları belli olmasın, kimse anlamasın diye,
Atalardan kalan kutsal emaneti,
Daha doğrusu onun yerine koydukları şeyi,
Eskisinden daha sıkı koruyorlarmış.
İşte bu yüzden de hazineye gizlice girmeyi başaran kişi,
Kutsal emaneti alıp, bütün ulusa göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş.
Adamın elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu
“Bir Paslı Teneke” varmış.
Subaşı, adamın elinde tenekeyi görünce,
“Kutsal Emanet bu değil!.. “Diye bağırmış.
Saray Nazırı, ”Bu değil !..” demiş.
Vezir de, ”Bu değil !.. “demiş.
Sonra sırasıyla Padişaha kadar hepsi, “Bu değil, bu değil!.. “demişler.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan Adam,
“Kutsal Emanetin bu olmadığını siz nerden biliyorsunuz?
Bu değilse, ya hangisi?..” diye sormuş.
Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış.
Çünkü hepsi de Emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar.
Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra
“Paslı Teneke” yi kutuya koymuşlar.
Kutu kutu içine kırk bir kutuya, onu da kırk bir oda içine gizlemişler.
Ama içleri bir türlü rahat olmadığından,
Kutsal Emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar.
Bu yasaya göre,
Sabah, Öğle, Akşam, Günde Üç Öğün, Bütün Ulus,
Atalardan kalan Emaneti koruyacaklarına Ant içmek zorundaymış.
Bu andı içenlerin hiçbiri,
Korudukları “Kutsal Emanet” in Çalına Çalına,
En sonunda “Bir Paslı Teneke” olduğunu hiçbir zaman bilememiş.”
Sözün Özü
Umudum, gecenin en karanlık olduğu anda ortaya çıkan fecrin ilk parıltılarının aydınlık geleceğin en büyük müjdecisi olmasıdır.
Ufukta ışığı görenlerden ve o ışığa doğru hızla pervaz edenlerden olmaya çalışanlardan olmanız dileğiyle.
Bu yazının etrafınızda bolca bulanan ve tanınmamak için çırpınan;
Emanet Hırsızlarının farkında olmanız için faydası olur umarım.
Saygılarımla.
İbrahim Halil Okuyan
İnşaat Yüksek Mühendisi
9.Kasım.2011 Şanlıurfa