Ebru Okutan Akalın
17 Aralık 2010
Bize biraz öz geçmişinizden bahseder misiniz? Bugüne nasıl geldiniz?
Ben 9-10 yaşlarında Urfaspor’un minikler takımında futbol oynamaya başladım. Futbola olan ilgim rahmetli babamdan kaynaklanıyordu. Kendimi bildim bileli sahalardaydım. Çünkü babam hakemdi. O dönemler onunla maçlara giderdim. Bütün amatör karşılaşmalar şu anki 11 Nisan Stadyumunda oynanırdı. Daha sonra lise döneminde genç-amatör karışımı futbol oynadım. Her geçen gün futbol ile daha da iç içe olmaya başlamıştım. Liseden sonra artık amatör düzeyde oynayan bir futbolcu olmuştum.
1985’ten sonra Belediye, DSİ gibi kurumlar futbola el atmaya başladı. Böylece müessese takımları oluştu. Buna mukabil futbolda rekabet de arttı. O dönemin iyi futbolcularını, bu müessese takımları transfer etmeye başladılar. Transfer ücreti olarak da fena paralar verilmiyordu. Askerlik çağına gelmiş gençlerin en büyük hedefi bir iş sahibi olmaktır. İşte bu noktada kurumsal takımlar düşünmeye değer bir duruma geldi. Rahmetli babam aslen bankacıydı. Kısa bir dönem için Siverek’e tayini çıktı. O zamanlar Siverek’te Dadaşspor diye bir kulüp vardı. Ben o takıma Urfaspor amatörde oynarken bir transfer gerçekleştirdim. O zaman 50 lira gibi bir para aldım. Artık yarı profesyonel sayılırdım. Bir sene Siverek’te oynadıktan sonra Köy Hizmetlerinden teklif aldım. Orada bana bir iş imkanı sağlandı. Ben de futbola Köy Hizmetlerinde devam ettim.
Hakemliğe geçişiniz nasıl oldu?
Urfaspor amatörde oynadığım dönemde hem hocalığımızı hem de kaptanlığımızı yapan Kerim Abi vardı, rahmetli Kerim Aydoğdu. Onun Bahçelievler’de bir lokali vardı. Bütün spor camiası oraya giderdi.
Ben askere gidip döndükten sonra tekrar futbol oynamaya başladım. Bir gün lokaldeyiz, rahmetli Kerim Abi dedi ki; “Hakemlik ve antrenörlük kursu açıldığını duydum, gidin müracaat edin, en azından elinizde bir sertifika olur”. Ya abi ne yapacağız sertifikayı dedik. ‘Siz alın belki ileride size bir faydası dokunur’ dedi. Bunun üzerine biz bir kaç arkadaş gittik. Hakemlik kursu başlayalı 2 gün olmuştu, ‘Artık hoca bizi almazlar’ diye düşünürken, bize ‘hadi hemen derse girin’ dedi. Bir anda kendimizi kursun içinde bulduk. O zamanlar Hakemler Kurulu bağımsız değildi. Gençlik ve Spor İl Müdürlüğüne bağlıydı. Dolayısıyla kurs bittikten 15-20 gün sonra bize bir yazı geldi. Bu kursu başarıyla tamamladınız, aday hakem olarak atamanız geldi, önümüzdeki sezondan itibaren müsabakalara çıkacaksınız. Aynı yazıda bir toplantı çağrısı da vardı. Arkadaşlarla gidelim mi gitmeyelim diye konuştuk. Yalnız benim kararım onlardan daha zordu. Çünkü antrenörlükle hakemlik arasında bir fark vardı. Antrenörlük kursundan mezun olanlar aynı zamanda futbol oynamaya devam edebiliyorlardı. Ama hakemlik kursunu bitirenler eğer hakem olmaya karar verirse futbol oynayamıyordu.
Arkadaşlarımın hepsi futbol oynamaya devam etti. Ben tereddütlüydüm. Benim için zor bir süreçti. 3-4 ay düşündükten sonra hakem olmaya karar verdim. Ondan sonra bir gözümü açtım ki Süper Lig’de hakemlik yapıyorum. İnsanın aklının ucuna gelmeyecek bir şey yani.
Profesyonel liglerde yönettiğiniz ilk maç hangisiydi ?
İlk profesyonel maçım 1990 senesinde 2. Lig Klasman Grubunda oynanan Bingöl-Mardin maçıydı. Bingöl’de oynandı ve ben maça yardımcı hakem olarak gittim.
Peki süper ligde yönettiğiniz ilk maç hangisiydi?
Süper Lig’de ilk maçım Ankara’da oynanan Şekerspor-Samsunspor maçıydı.
Peki o ikisi arasında bir heyecan farkı var mıydı?
Şunu söyleyeyim insanın hayatında yaşadığı ilkler çok önemlidir. Çünkü ilk defa bir klasman hakemi oluyorsunuz. Klasman hakemliğinin ne olduğunu iyi anlamadan bilemeden, bir profesyonel müsabakaya sizi tayin ediyorlar. Gidip yıllarca seyirci olarak izlediğiniz müsabakanın içerisinde kendinizi bulmak çok heyecan verici.
İlk profesyonel maçta yaşadığım heyecan apayrı bir şeydi. Bir de yıllar sonrasında belki de insanın hayal bile edemeyeceği bir heyecan ‘Süper Lig’…
Bana hakemliğe başladığım 1990 senesinde, 1997’de Süper Lig’de maç yöneteceksin demiş olsalardı hayal gibi gelirdi. İnanamazdım doğrusu. Hele de Urfa gibi bir yerden, bu zor koşullardan birisinin çıkıp da gidip orada maç yönetebileceği insanın aklına bile gelmez. Çünkü bu bölgede Süper Lig’de maç yönetmiş hakem ismi yok. Adana’dan bu tarafa gelin hiçbir hakem bulamazsınız hepsi Ankara, İstanbul, İzmir bölgesinden çıkıyor.
Tabii bu seviyeye gelişim hiç kolay olmadı. Çünkü 1990-1997 arasında hep doğuda maç yönettim. O dönemde terör olayları şimdikinden daha fazlaydı. Benim gittiğim yerler, Cizre, Silvan, Bingöl, Van, Bitlis, Hakkari, Muş’tu. Bu bölgede olağanüstü hal de vardı. Ulaşım problemi yaşıyorduk. Güvenlik açısından gece yolculuk yapmamıza da izin verilmiyordu. Çoğu zaman ben doğuya maçlara gittiğimde anneme İskenderun’a, Adana’ya, Hatay’a gittiğimi söylüyordum. O üzülmesin diye…
Süper Lige yükselişiniz nasıl oldu? Birazcıkta olsa şans faktörü de var mıydı?
Uzun hikaye tabii. Kısaca anlatayım; İlk orta hakemliğim 1993 senesinde Cizre’deydi. Cizre -Van DSİ maçıydı. Müsabaka 1-1 berabere bitti. O maçtan sonra ilk hakemlik raporum federasyona olumlu gitmiş. Raporda ‘gördüğünü çalan hakem’ yazıyormuş. Bu hakemlikte çok önemli bir ifadedir, yani ne görüyorsa onu çalıyor, cesur, etkilenmiyor, korkmuyor demek oluyor.
Tabii bu etkilenmenin farklı yönleri var. Mesela basın-medyadan etkilenme, seyirci baskısından etkilenme, takım isminden etkilenme bir de oyuncu ve yöneticilerden etkilenmek diye sınıflandırabiliriz. Bunlardan etkilenmemeye çalışmak insanın kişilik yapısıyla ilgilidir.
Daha sonra bana önemli maçlar vermeye başladılar. 1995 senesinde ilk olarak Mersin’de bir 2. lig maçına gittim. Aralarında çok büyük bir rekabet olan Mersin İdmanyurdu-Tarsus İdmanyurdu takımlarının maçıydı. Sportif anlamda iki takım arasında Fenerbahçe-Galatasaray gibi üst düzey bir rekabet vardı.
Daha sonra da Adana Demirspor- Mersin İdmanyurdu maçına gittim. Orada da çok büyük bir taraftar baskısı vardı. Maçın 88. Dakikası gibiydi, ben Mersin İdmanyurdu lehine bir penaltı verdim. Penaltı gol oldu. Bir dakika sonra Adana Demirspor bir atak yaptı ve o da gol oldu. Maç 1-1 bitti. Adana Demirspor yöneticileri bana çok tepki gösterdiler.
1996 senesinde bir kurul değişikliği ile Sadık Deda bizim bölge sorumlumuz oldu. Sadık Deda geldikten sonra zorluk açısından biraz daha üst düzey maçlara gittim. Bunlardan en önemlisi Erzurumspor-Yozgatspor maçıydı. Bu maç için Erzurum’a gittim. Biri lider diğeri ikinciydi, zor bir maç. Tribünlerde 15-20 bin taraftar vardı. O dönemde Erzurumspor 1.lige çıkmak için çaba sarf ediyordu. Diğer taraftan Yimpaş da ismini duyurmak istiyordu. Maçın 5.dakikasında ben Erzurumspor’dan bir oyuncuyu ihraç ettim bir de üstüne penaltı verdim. Çünkü bir kural değişikliği olmuştu. Kaleye giden bir topu bir oyuncu eliyle engellerse penaltı ve kırmızı karttı. O dönemde bu kural daha yeniydi. Penaltı verdin neden kırmızı kart da veriyorsun diye isyan ediyorlardı. Maçın ilerleyen dakikalarında hem oyuncular hem de seyirciler üzerimde baskı kurmaya çalıştılar. Ben de dirayet gösterdim. 1-0 öne geçti Yozgat, 10 dakika sonra 2’inci golü de attı. Statta kıyamet kopuyor. Seyirci üstümde baskı kurmaya çalışıyordu. Verdiğim her kararı protesto etmeye başladılar. Bense hiçbir şeyden etkilenmemeye çalışıyordum. Sonuçta maçı 5-2 Erzurumspor kazandı. 2-0’dan maçı çevirdiler. Oyuncular baktılar ki ben etkilenmiyorum, normal futbollarını oynamaya başladılar. Maç bitti, döndük. Otobüste maçın gözlemcisi ile yan yanaydık. Normalde maçın gözlemcileri hakemle konuşmazlar. Buna rağmen gözlemci bana döndü ve “ben hayatımda bu kadar hakem izledim ama ilk defa bu kadar yürekli, cesaretli, bir şeyden etkilenmeyen hakem gördüm” dedi.
Döndüm geldim. Aradan 2 gün geçti. Çalıştığım kuruma bir telefon geldi. Telefonu kaldırdım. Bir bayan Serdar Bey Yozgat Belediye Başkanımız sizinle görüşmek istiyor dedi. O anda acaba biri beni işletiyor mu diye düşündüm. Çünkü benim Belediye Başkanı ile ne işim olur ki. Başkan Hocam merhaba, Ben Yozgat Belediye Başkanı Mehmet Baş, aynı zamanda Yozgatspor’un Kulüp Başkanıyım. Geldim, maçı izledim. Maç sonrasında da sizin yanınıza gelmek istedim. Fakat yoğunluk vardı ama sizi arama ihtiyacı hissettim. Hocam benim takımım 2-0 öndeydi. Maçı 5-2 kaybetti, neden kaybettiğini size söyleyeyim. Müthiş bir seyirci baskısı vardı. Benim oyuncularım o atmosferden etkilendi. Sahada bir tek etkilenmeyen kişi vardı, o da sizdiniz. Ben bunu bir borç olarak gördüğüm için sizi arayıp tebrik etmek istedim. Bunu da Federasyona Yimpaşspor Kulübü olarak yazıp gönderdim dedi.
Daha sonra tabii bu tip maçlardaki söylemler merkez hakem kurulunun gündemine gelmiş ve hadi bunu biz de izleyelim demişler. Öyle olunca merkez hakem kurulundan 3 kişi gelip beni izledi; dönemin kurul başkanı Doğan Babacan, Sadık Deda ve bir kişi daha. 3 maç sonrasında ben Süper Lige teklif edilenler arasından sınava gittim. Sınav 1997’de Bolu’da yapıldı. Kamp 15 gün sürdü. Kurs bittikten sonra o zaman Türkiye genelinde 3 tane hakem 1.lige çıktı. Onlardan biri de ben oldum. Süper Lige çıkışım bu şekilde gerçekleşti.
Türkiye’de yönetmediğiniz derbi kalmadı. Unutamadığınız bir maç var mı?
Aslında unutamadığım birden fazla maç var. İlk derbi maçım Fenerbahçe-Beşiktaş maçıydı. Galatasaray şampiyon olmuştu. Fenerbahçe ile Beşiktaş ise ikincilik için oynuyorlardı. Maç o zamanki adıyla Fenerbahçe Kadıköy Stadyumundaydı ve Fenerbahçe Beşiktaş’tan 1 puan öndeydi. Fenerbahçe’ye beraberlik yarıyordu. Beşiktaş’ın ise mutlak galip gelmesi gerekiyordu. Ben ilk defa böyle bir maça tayin edilmiştim. Daha Süper Ligde 2. senemdi. Kimse bu maça benim verilmemi beklemiyordu. Gittik maça. Fenerbahçe’nin kalecisi Rüştü kampa girmeden iki gün önce, evde zannediyorum bir olay oluyor ve eli cama değiyor. Rüştü’nün parmaklarında bir problem oluyor ve kadrodan çıkarılıyor. Şimdi Kasımpaşa’nın kalesini koruyan Murat vardır. O Murat o dönemde Fenerbahçe’nin yedek kalecisiydi. Rüştü olmayınca Murat kaleye geçti. Maç başladı.
Benim Allah’tan başka torpilim yoktu. Hakemler şunu ister maç içinde kritik bir pozisyon olsun da ben kendimi göstereyim. Çünkü maç içerisinde kritik pozisyon olmadığı zaman sıradan bir hakemlik yaparsınız. Hakemlik, nasıl olsa öyle de tartışılır böyle de tartışılır. Ama kritik pozisyonda vermiş olduğunuz doğru karar, sizi üst düzeye taşır ve haklı duruma getirir. Yanlış karar vermişseniz de eleştirilirsiniz.
Maçın başında Kaleci Murat hatalı bir çıkış yaptı. Şifo Mehmet topu kalecinin üzerinden aşırttı. O zamanlar Fenerbahçe’de Högh vardı, yumrukla topu kalenin içerisinden çıkardı. Maçın hemen başı, yine penaltı ve kırmızı kart. Penaltıyı Şifo attı. Beşiktaş 1-0 öne geçti. 10-15 dakika sonra Fenerbahçe ceza sahasındayken karambol oldu. Karambolde top arada kaldı. Kaleci Murat ile Uche arasında kaldı. Top uzaklaştı. Baktım Uche yerde, gittim baktım, Uche kıvranıyor. Sağlıkçı geldi, Uche’nin ayağı kırılmıştı. Kaleci Murat Uche’nin ayağını kırmış. Kırmızı kart, penaltı, ayak kırılma derken Beşiktaş deplasmanda Fenerbahçeyi 2-1 yendi ve Şampiyonlar Ligi vizesini aldı. Maç bitti kimseden ses seda yok. Herkes diyor ki bu hakem çok iyi bir maç yönetti. Kararlarınız doğru olunca isminiz bir anda yükselmeye başlıyor. Bu unutamadığım maçlar arasındaydı. İlk derbi maçımdı. Benim çıkışımı yapan maçlardan bir tanesiydi.
Daha sonra Trabzon’da Trabzonspor ile Beşiktaş arasında bir maç yönettim. Beşiktaş 1-0 öne geçti. Daha sonra 2-0, 3-0,4-0 öne geçti ki bir şey yoktu. Ancak Beşiktaş 5-0 öne geçince karşı tribünde oturan seyirciler koltukları kırıp sahaya atmaya başladılar. Maçı durdurdum. Trabzonspor Kaptanı Hami’yi çağırdım, seyircilerden sakin olmasını iste dedim. Hami seyircilere doğru giderken o maddeler Hami’nin üzerine doğru gelmeye başladı.Ben de maçı tatil ettim. Benim için unutamayacağım bir tecrübe olmuştu.
Bir de aralarında ezeli rekabet olan, Galatasaray-Fenerbahçe Türkiye Kupası final maçını yönettim. Galatasaray 5-1 kazandı. Hem Türkiye Kupası Finali olması hem Galatasaray-Fenerbahçe arasında olması, hem de o skorla bitmesi nedeniyle benim unutamadığım maçlar arasındadır.
Zaman zaman futbolculara bağırıyorsunuz diye eleştirildiğiniz oldu. Amacınız otorite sağlamak mı? Yoksa tarzınız mı böyle ?
Şimdi ben otorite sağlamak için kendi doğallığımın ötesinde bir şey yapmadım. Kişiliğim, karakterim neyse ona göre hareket ettim. Ben zaten otoriter biriyim. Disiplini seviyorum. Ben hiçbir zaman çıkmış olduğum maç öncesinde, bu futbolcuya şunu yapacağım bunu yapacağım, sert davranacağım, otorite sağlamak için şu hareketleri yapacağım demedim. Ama saha içerisinde bazı futbolcular var. O futbolcuların niyetleri hakemi etki altına almaktır. Bu tür oyuncu tiplemeleri futbolda çok fazladır. O durumlarda da gerekeni yaptım.
Tutmuş olduğunuz bir takım var mı?
Şöyle söyleyeyim bu soru ile çok karşılaşıyoruz. İnsanlar merak ediyor. Futbolun içerisinden gelmiş olan bir insanın, herhangi bir futbol takımına sempati duymaması veya takımı tutmaması mümkün olabilir mi? Olamaz. Herkesin tuttuğu bir takım vardır. Benim tutmuş olduğum o takımın maçlarına çıktığımda da hiçbir zaman duygumu karıştırmadım. Neden biliyor musunuz; bence insanın kendi başarısı daha önemlidir. Ben sahaya kendi başarım için çıkarım. O takım başarılı olduğu zaman bana ne kazandıracak ki? Hiçbir şey. Kaldı ki, ben maça adalet dağıtmaya çıkıyorum. Tabii ki benim de tuttuğum bir takım var. Bana hangi takımı tutuyorsun diye sorduklarında politik bir cevap olsa da hep milli takım diyorum.
10 yıl hakemlik yaptınız. Süper Ligde futbolculara en güvenilir hakem kim diye sorulduğunda “Serdar Tatlı” ismini veriyorlar. Bu işin sırrı nedir?
Sohbetin başından beri anlatmaya çalışıyorum. Ben bugünlere hep zorluklarla geldim. Bu nedenle de hep hak yememeye çalışmışımdır. Kim olursa olsun. Neticede ben adalet dağıtıyorum. Hak edene hak ettiğini vermek benim ana prensibimdir. Ben her maça çıkmadan önce soyunma odasında elimi açıp Allah’a yalvarmışımdır, Yarabbi beni mahcup etme, verebileceğim bir kararla bir takımı mağdur etme, çünkü o takım mağdur olduğu zaman benim vicdanım sızlar. Hak edene hak etmeyi bana nasip eyle demişimdir ve hiçbir zamanda büyük takımdır küçük takımdır diye ayrım yapmamışımdır. Kendimi hep böyle yetiştirmeye çalıştım. Maçları da hep bu duygu ile yönetmeye çalıştım. Bunu yaptığınız zaman insanların güvenini kazanmış oluyorsunuz. Benim insanların güvenini kazanmamın en büyük nedeni bu. Ben hata yapmadım mı? Çok hatalar yaptım. Ama herkes bildi ki ben bu hatayı, gayet insani bir duygu içerisinde yapmışımdır. Hiçbir zaman kafamda farklı bir düşünce olmamıştır. Urfaspor gerçekten bütün Urfalıların hep özlemle başarılara imza atmasını istediği gerek buradaki gerek Urfa dışında yaşayan her Urfalının sevda duyduğu bir takımdır. Gönül ister ki Urfaspor çok başarılı olsun. Bugün çevremize baktığımız zaman, bir Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Antep, Van hatta Maraş ve Siirt takımları bizden başarılı olmuştur. Bu takımların hepsi Süper Ligi görmüş takımlardır. Urfaspor niye oynamadı? Herkesin aklında olan bir soru bu. Aynı zamanda herkesin ortak özlemi. Şimdi bir defa Urfaspor yıllarca hep kişilerin sırtında mücadele etmeye çalıştı. Bir başkan çıkarır para verir veya Urfalılar içerisinde yardım toplanarak, Urfaspor bir yerlere getirilmeye çalışılır. Oysa bu yanlış bir tutum. Urfaspor’un kurumsallaşmaya yönelik çalışması lazım. Bana göre Urfaspor ne zaman ki kurumsallaşıp şirketleşirse, ileriki zamanlarda başarıyı yakalayabilir.
Sizce yöneticiler neden bunu değerlendirmiyor?
Yönetimin içerisine girmeden önce onlar da böyle konuşuyorlar. Ama yönetime girdikten sonra nedense bazı şeyler değişiyor. Değişkenliği de şöyle ifade ediyorlar. Biz geldik taraftar, kamuoyu bizden başarı istiyor. Biz bu başarıya cevap veremezsek seyirci bize olumsuz davranır. Spor kamuoyu bizim için olumsuz konuşur. Basın medya bizim aleyhimizde yazar. Tamam haklısınız ama başka şansımız yok, bizi rahat bırakmıyorlar diyorlar. Haklı oldukları taraflar olabilir. Ama ben de diyorum ki şimdi biz konuşuyoruz, birileri yönetime talip olmaya çalışıyor. Projeniz nedir diyoruz? Hedef Urfaspor’u birinci lige çıkarmak. Biz de onlara nasıl çıkacak diyoruz. Sen geldin, transfer yaptın, birinci lige çıktı diyelim, sonra ne olacak? Biz önümüze 3-4 yıllık bir süreç koyalım. Bu 3-4 yıllık süreç içerisinde ilk yıl hiçbir şey beklemeyelim. İyi bir takım oluşturmaya çalışalım. Gençlerden oluşan bir takım ve bu takım bizi 2-3 ve 4’ünce senemizde daha üst kategorilere götürecek konuma gelsin. Bu arada da biz şirketleşelim, kurumsallaşalım. Urfaspor’un kalıcı gelirlerini arttıralım. Herkes bunun doğru olduğunu söylüyor ama nedense yönetime geldiklerinde bir bakıyorsunuz ki çok paralar harcanarak futbolcular alınıyor, Belediyenin Valiliğin ve şahsi insanların yardımıyla transferler yapılıyor. Daha sonra hedef belirleniyor; şampiyonluk. Herkeste bunun havasına kapılıyor. Takım şampiyonluk havası içerisinde, kötü bir durum olduğunda al aşağı tepe taklak yine eski durumuna geliyor. Yıllarca hep uygulanan politika bu. Böyle bir politikayla Urfaspor başarılı olamaz.
Siyasi bir adım olarak mı kullanılıyor Urfaspor?
Haklısınız, hem Urfaspor ve hem de başka profesyonel takımlar bugün siyaset için kullanılıyor. Bunun en bilinen örneği Jet Fadıl. Jet Fadıl ne yaptı? Siirt’i Jetpa yaptı ve ismini bu yolla Türkiye’ye duyurdu. Reklam etti, çok zenginleşti. Ne oldu Siirt’in hali? 3. lige düştü. Bazen insanlar futbolu kendi siyasi hedeflerlerine alet edebiliyorlar. Bir profesyonel futbol takımına başkanlık etmek, yöneticilik etmek, çok ayrı bir sorumluluktur. Futbol dünyanın çok ilgi duyduğu bir spor alanı. Herkes futbolu biliyor. Sokaktaki birine Fenerbahçe’nin, Galatasaray’ın başkanı kimdir diye sorun bilir. Ama bir Bakanı sorun kimse bilmez. Neden? Çünkü futbol çok gündemde olan bir şey, Urfaspor yöneticiliği yapmak isim bazında insanların tanınmasına olanak sağlıyor.
Sizin tecrübelerinizden yararlanmak için Urfaspor’un talebi oldu mu? Yani size danışırlar mı?
Şimdi ben hiçbir zaman kendimi soyutlamadım. Emniyet Müdürü Kutlay Çelik döneminden, bu tarafa hemen hemen gelenek haline geldi. O dönemde Kutlay Çelik bey kenar mahallelerde futbol sahası, basket sahası yapıyorlardı. Semt takımları kurduruyor kendi aralarında maç yaptırıyordu. Benden rica etmişti hocam bizim bu aktivitelerimizin içerisinde olur musunuz diye ben de memnuniyetle dedim. O çocukların kendi aralarında oynadığı futbol müsabakalarında hakemlik yapıyordum. Urfaspor’dan yönetici arkadaşlarımla konuşmuşumdur. Ama ciddi anlamda bugüne kadar, bu konuda ya hocam bizim senin görüşlerine ihtiyacımız var diye kimseden davet almadım.
En son Çorumspor maçında Akreditasyonunuz olmadığı için sizi maça almadılar? Neler hissettiniz ? Kırgınlığınız sürüyor mu?
Cumartesi günü Antep’te Antepspor, Beşiktaş maçı vardı. Maçın hakemi de Kuddusi Müftüoğlu’ydu.Hakemlik yaptığım dönemden Kuddusi’yle biraz muhabbetimiz vardı. Seminerlerde, kamplarda hep beraber kalırdık. Konuştuk, Abi maça geliyorum dedi. İyi ben de gelir, hem maçı izlerim hem de seni görürüm dedim. Antep’e gittim.Yanımda da 2 tane arkadaşım vardı. Oranın stat müdürünü aradım maça geleceğimizi söyledim. Adamlar yemek falan hazırlamış. Ondan sonra maç saati olduğunda stada geldik. Gaziantepspor’un Kulüp Müdürü bizi karşıladı. Bizi protokolde bir yere oturttular. Misafirperverliğin en üst noktasına kadar ne gerektirdiyse, bir gün öncesinde, bir süper lig müsabakasında bize öyle davrandılar. Ertesi gün burada Urfaspor maçı var, maça gidelim dedik. Gittik, kapıda iki resmi bir tane de sivil emniyet görevlisi duruyor.
Kulüpten kimse aradı mı ?
Evet, Kulüp Başkanı ve Yöneticiler aradı. Bizim bu konuyla hiçbir ilgimiz yok. Biz de çok üzüldük. Olmaması gereken bir olaydı dediler. Ama benim çok ağırıma ve zoruma gitti. Ondan sonra Urfaspor’un hiçbir maçına gitmeme kararı aldım. Gitmem yani…
Peki sizin gidişinizin kırgınlığınızla bir ilgisi var mı yoksa önceden planlanan bir şey mi?
İnsanlar şunu anlamıyor. Bugün Urfa’da İbrahim Tatlıses zor yetişir. Bekli de yetişmez. Herkes İbrahim Tatlıses Urfa’ya ne yapmış, ne katkısı oldu diye soruyor. İbrahim Tatlıses bugün 30 yıldır müzik piyasasının içerisinde ve o her konserinde, her televizyon programında Urfa diyor. Her yerde Urfa diyor. Bu Urfa’nın müthiş bir reklamıdır. İnsanlar Urfa’yı İbrahim Tatlıses ile tanıdı. İsteseniz böyle bir reklam yaptıramazsınız.
Dünya kupasında Almanya’da oynayan Mesut Özil’i izledik. Türk asıllı Alman futbolcu. Basında, gazetelerde, Mesut’un köyündeki insanların resimleri vardı. Karabük’ün köyünde Mesut’la heyecanlanan insanlar var. Almanya’nın maçlarında oturup Mesut’la keyif yapan, ona özlem duyan, işte bak bizim Karabüklü hemşerimiz diyen insanlar vardı.
Ben hakemlik yaparken Hakem Kurulundaki yöneticiler bana çok dediler, Ankara’ya gel, İstanbul’a gel, İzmir’e gel. Ben yok dedim. Abi ben Urfa’dayım dedim. Ama bu farkı kimse anlamıyor. Siz Urfalı olabilirsiniz, Ankaralı olabilirsiniz, ama bölgeniz neresi ise nerede hakemlik yapıyorsanız o ilin hakemi sayılırsınız. Şimdi ben, İstanbul’a gitmiş olsaydım veya İstanbul’da maç yöneten bir hakem olsaydım, Serdar Tatlı İstanbul bölgesi hakemi diyeceklerdi. Serdar Tatlı nereli ‘Urfalı’ Ben gittiğim, her statta yaptığım her röportajda İstanbul bölgesi hakemi olarak geçerdim. Ama bugün hakemliğim boyunca Urfa’dan hiçbir zaman çıkmadım. Sportif anlamda da Urfa’nın en iyi şekilde reklamını yaptığıma inanıyorum. Niye biliyor musunuz? Bugün 50 bin kişilik Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumunda Fenerbahçe’nin bir müsabakasında maçların hakemleri ve sporcuları anons edildiğinde “Serdar Tatlı Şanlıurfa” derler. 50 bin kişiye o anons yapılıyor, Televizyonda da milyonlara canlı yayın yapılırken, Serdar Tatlı Şanlıurfa Bölgesi hakemi deniliyor. Bundan bedava bir reklam var mıdır! Allah aşkına söyler misiniz? Şunu anlayamadı Urfalılar, Serdar Tatlı ne yapmış kendi kendine hakemlik yapmış, doğrudur. Kendimin hakemiyim ve kimseden bir şey istemedim. Yeri geldiği zamanda 50 bin kişi ve milyonların önünde Urfa’nın ismini duyurdum.
Yani Urfa’yı yıllarca olumlu bir şekilde temsil ettiniz . İsmini geniş kitlelere duyurdunuz. Futbol camiası ve taraftarlar içerisinde tanınan, sevilen bir isimsiniz ve bu durum Urfa’nın imajı için çok olumlu.
Ben bir şey mi bekliyorum ki ? Hayır beklemiyorum. Şunu diyorum, yani insanlar yanı başındaki değerlerin farkında değil, farkına varamıyorlar. Biz sahip olduklarımızın kıymetini ancak kaybettiğimiz zaman anlarız. Bu durum özellikle Urfa’da çok fazla, Urfa’da yanı başındakinin değerini ve kıymetinin farkına varılmıyor. Bu kadar sene Urfa’da yaşadım ama artık İstanbul’dayım. Tabi ki Urfa bizim şehrimiz. Urfa’ya kızma, küsme, kırılma gibi bir şey söylemek çok doğru değil çünkü burası bizim toprağımız. Urfalılar şunu anlamalı şunu bilmeli ben kendim için söylemiyorum, Urfalılar kendi içlerinden yetişen, değerlerine kıymet vermeli farkına varmalıdır. Ellerindeki değerleri, kaybetmemelidir. Kaybettikleri zaman iş işten geçiyor. Sonra da ya biz neden böyle yaptık demesinler.
Peki bundan sonra teklif olursa Televizyon düşünür müsünüz ya da gazeteye yazı ?
Şimdi ben geçen sene hakem camiası içerisinde kalmaya çalıştım. Hakemliğimi bırakma kararı aldığım zaman Fanatik Gazetesinden beni aradılar. Hocam hakemliği bıraktınız. Bizim gazetemiz size açık hemen yazmaya başlamak ister misiniz? Ben de hayır dedim, şu anda hakem camiasının içerisinde kalacağım, hakem camiasına hizmet etmem lazım dedim. Gözlemcilik yaptım ,Merkez Hakem Kurulunda görev aldım. Benim alışık olmadığım, hoşuma gitmeyen bazı şeyler yaşandı. Buna tepki olarak gözlemcilik yapmayacağımı bildirdim. Türkiye’de üst klasman gözlemcisi olmak için, sırada binlerce insan bekliyor. Bürokrat, siyasi, yönetici herkesi devreye sokuyorlar ki o kadronun içerisine girsinler. Ben gözlemciliği kendi isteğimle bıraktım. Geçen sene basının içerisine girmeye karar verdim. Fanatik Gazetesine sözüm vardı. Eğer ben ilerde böyle bir şey düşünürsem, ilk sizi arayacağım demiştim onlara. Fanatik gazetesinden spor yöneticisi arkadaşlarla görüştüm. Ben basının içerisine girmeye karar verdim dedim. Hemen bekliyoruz dediler. Geçen sezondan bu yana maçların yorumlamasını yapmaya başladım. Bundan sonra da bekle ve gör politikasını izleyeceğim. Televizyondan teklifler olursa duruma göre değerlendireceğim.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Urfa’ya değer veren insanlardan bahsederken, İbrahim Tatlıses’ten bahsettik, Bugün dünyanın bazı ülkelerinden özel davet alan Urfalı bir modacımız var. Dünyaca ünlü Urfalı modacı Faruk Saraç.Faruk Saraç’ın değerini Urfalılar biliyor mu, anlıyor mu? Benim çok yakın dostum ve çok şey paylaşıyoruz onunla. Urfa’da defile yapmak için Türkiye’nin en iyi ışıkçısını, Şampiyonlar Ligi’nin Türkiye’deki organizatörünü Urfa’ya alıp getirdi. Urfa’ya ne katkı sağlayabilirim, neler yapabilirimin peşinden koştu. Urfa’yı Türkiye’ye dünyaya nasıl tanıtabiliriz diye düşünen Faruk Saraç’ı bile Urfa’dan küstürdük. Onu bile küstürebiliyoruz. Yani şunu söyleyeyim, Urfalılar biraz Urfa’ya, Urfalılara sahip çıksınlar çünkü bunlar gibi çok önemli insanları gereksiz yere Urfa’ya küstürüyoruz.
EDİTÖRÜN NOTU
BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ!
‘Başarı Öyküsü’ dendiği zaman genel olarak sıfırdan başlayıp zengin olan insanların öyküleri akla gelir. Yazılı ve görsel iletişim araçlarında da ‘başarı öyküleri’ kazanılan servetlerin öyküleridir. İçinde bulunduğu güç koşulları yenip de kendine yaşamda yol açan insanların öyküleri ‘örnek yaşam öyküsü’ sayılmaz ya da topluma aktarılacak önemde bulunmaz. Oysa, en önemli başarı öyküleri onlardır.
‘En büyük başarılar’ güç koşulların içinden çıkıp kendi geleceğini biçimlendiren, kendi yaşam yolunu açan insanların başarılarıdır, diyordu Dr.Erdal Atabek yıllar önce okuduğum bir yazısında.
Bu yazı nedense çok etkilemişti beni. Ancak uzun süredir aklıma bu ifadeleri getirecek birisiyle karşılaşmamıştım. Ta ki Serdar Tatlı ile tanışana ve onun dolu dolu yaşanmış yıllarını dinleyene kadar.
Serdar Tatlı kendisinin de ifade ettiği üzere Urfa gibi koşulları böylesine kısıtlı bir şehirden çıkıp büyük başarılara imza atmış bir isim. Sağlam karakteri ve dik duruşu onun bu noktaya tesadüfen gelmediğinin en büyük ispatı. Başladığı cümlenin sonunu getirirken gösterdiği özenden bile anlıyorsunuz ki dürüstük, disiplin ve tutarlılık onun en iyi yoldaşı olmuş başarıya giden bu yolda.
Peki bu kadar özel bir insanı bağrından yetiştiren Urfa öz evladına ne vermiş? Tabii ki her zaman olduğu gibi koca bir hiç. Her şeye rağmen yine de O, memleketinde yaşamaya direnmiş. Ve sonunda bana göre geçen sezon oynanan Çorumspor maçında uğradığı akıl almaz haksızlığın ardından, Urfa onu terk edince o da Urfa’yı terk etmiştir.
Açılan yarası gerekli merhemi bulamayınca İstanbul’un yolunu tutmuştur Serdar Tatlı. Çünkü O, o kadar gururlu ki yarasını kimsenin görmesini istememiştir.
Peki bu işten sorumlu olanlar?
Şimdi onları vicdanlarıyla baş başa bırakıyor ve soruyorum, daha ne kadar eksilmemiz lazım, akıllanmamız için?