Cihat Kürkçüoğlu
28 Nisan 2009
Ali Gülizar’ı (Beyazkuş) ilk kez 1992 yılında tanıdım. Urfa’nın kültür ve turizm değerleri ile ilgili slaytlar eşliğinde verdiğim bir konferansta ağırlıklı olarak geleneksel Urfa evlerine değinmiş, bu evlerin restore edilerek yeme içme ve konaklama amaçlı olarak turizme açılabileceği üzerinde durmuştum. Konferans sonunda dinleyicilerden biri yanıma gelerek adının Ali Beyazkuş olduğunu söylemiş ; “Anlattıklarınızdan çok etkilendim. Ben eski bir Urfa evini satın alıp restore ederek turizme açmak istiyorum. Bu konuda bana yardımcı olursanız sevinirim” demişti.
Çok geçmeden 1993 yılında, Büyük Yol’daki Küçük Hacı Mustafa Hacıkâmiloğlu konağı valilerimizden Sayın Ziyaeddin Akbulut tarafından İl Özel İdaresi olanaklarıyla restore edilerek Vilayet Konukevi olarak hizmete açılmıştı. Ali Bey, bu evde arkadaşlarıyla oturduğu bir sıra gecesinde kendisinin de tarihi bir evi restore ederek turizme açmayı arkadaşlarına söyledi ve kafasına koydu. Hemen işe başladı. Su Meydanı Ferahiye sokakta restore ettiği evin taş tozları üzerine bir virüs gibi bulaşınca kendisinde evleri restore etme hastalığı baş gösterdi. Bir, üç, beş derken çok sayıdaki evi restore ederek turizm amaçlı olarak hizmete sundu. Beni her gördüğünde; “Hocam beni o konferansın hasta etti. O konferansta seni dinledikten sonra bu hastalık bana bulaştı. Sebebim sensin.” diyerek sitemde (!) bulunur ve gülüşürüz.
Tarih ve kültür sevdalısı Ali Gülizar ile son restore ettiği Yıldız Meydanı yakınındaki Konukevi’nde baş başa uzun bir sohbette bulunduk. Tabir yerinde ise dertleştik. Daha sonra bu sohbeti okuyucu ile paylaşmak isteği içimde doğunca aşağıdaki yazı çıkmış oldu.
Dört yaşında babası ölüyor.
En büyüğü kendisi
üç kardeş yetim kalıyor…
Ali Beyazkuş 1949 yılında Urfa’nın Eyyübiye semtinde hayata gözlerini açtı. Üç kardeşin en büyüğü idi. Baba sevgisini tatmadan 4 yaşında iken babasını kaybetti. Annesi o zaman 19 yaşında idi. Rahmetli babasının dikili bir tek ağacı yoktu. Anası yavrularına kol kanat gerdi. Namerde muhtaç olmadan dişiyle tırnağıyla yavrularını büyüttü. Yoksulluktan çocuklarını okula gönderemedi. Çocukların çalışıp para kazanması gerekiyordu. Ali okula gideceği çağda, henüz 10 yaşında iken Urfa’nın tanınmış doktorlarından Ali Rıza Cankatan’ın Çiftehan’daki muayenehanesinde çırak olarak kendisini buldu. Her gün muayenehaneyi temizliyor, hastalarla ilgileniyordu. 17-18 yaşına geldiğinde Eczacı kalfalığı daha iyi olur düşüncesiyle Urfa’nın eski eczacılardan Bucak Eczanesi’nin sahibi Mithat Bucak’ın yanına girdi. Ancak düşündüğü gibi olmadı. Okuması yazması olmadığı için reçeteleri okumada zorluk çekiyordu. Bu nedenle eczaneden ayrılmak zorunda kaldı.
Suruç ovasında amele olarak çalışıyor…
Kardeşler büyümüş, evin yükü daha da ağırlaşmıştı. O tarihlerde Bahçelievler semtindeki Toprak-Su dairesinde teyzesinin tanıdığı mühendis bir dostları vardı. Ali iş bulmak umuduyla onun yanına gitti. O yıllarda Suruç ovasında “çakma” denilen artezyenlerle pamuk tarımı yapılıyordu. Ancak aşırı sulama sonucunda ovada taban suyu yükselmişti. Toprak-Su dairesi drenaj için işçi arıyordu. Ali hemen işe girdi ve Suruç ovasında bir yıl amele olarak çalıştı.
Askere gidiyor…Nöbet tutmayı
ders dinlemeye tercih ediyor…
1969 yılında 20 yaşına geldiğinde askerlik gelip çatmıştı. Askerlik şubesine gitti. doktor ve eczacı çıraklığı yaptığı sırada hastalara iğne yapmayı öğrenmişti. Mesleğinin iğneci olduğunu söyleyince, askerliğe “Sıhhiyeci” olarak yazıldı. Askere giderken ilk kez Urfa dışına çıkıyordu. Askerde okuma yazma dersleri kendisini çok sıkıyordu. Dersten kaçabilmek için kendisine hep nöbet yazdırıyor, ders dinlememek için geceleri saatlerce nöbet tutmaya razı oluyordu.
Askerlik dönüşü ilk iş yerini açıyor…
1971 yılında askerden döndüğünde iş aradı. O yıllarda Kapaklı Pasajı açılmış, Suriye’den, Uzakdoğu’dan, Kıbrıs’tan gelen çini-çanak-çay-kahve türünde ithal ürünler satılıyordu. Küçük kardeşi pasajda bir iş yeri açmış, kendisine de bodrumda bir dükkân açmasını önermişti. O da; “Benim okur yazarlığım yok. Bu işi beceremem” deyince kardeşi; “Eczanede çalışmadın mı? Farzet asprin satacaksın” diyerek kendisine moral vermişti. Sonunda ikna olunca dükkânı kiraladılar. Bunun üzerine esnaf; “Bu Ali’nin boyu uzun aklı kısa. Biz üst katta iş yapamıyoruz. Kendisi bodrumda nasıl iş yapacak” diyerek bu işin tutmayacağını ima etti. Ama o moralini bozmadı. Kıbrıs’tan bavulcular tarafından getirilen çini-çanakları satmaya başlayarak iş hayatına atıldı. Dürüstlüğü ve tatlı dili ile kısa sürede kendisini çevresine sevdirdi.
Bir gün dükkâna gelen bir müşteri ünlü marka bir jilet bıçağının kalitesini kendisine sorduğunda o da; “Çok çok iyi. Ben 20’den fazla traş oluyorum” deyince müşteri onun köse yüzüne bakarak“Senin sakalın yok ki, 40 defa da traş olursun” demiş ve gülüşmüşler.
Pasaj sahibi oluyor…
Bodrum kattaki küçük dükkânı ekmek parasını çıkarıyordu. Hatta biraz da birikimi olmuştu. 1970’li yılların sonları idi. Almanya’da çalışan bir arkadaşı yanına uğramış ve pasajın arkasındaki arsasını kendisine satmayı teklif etmişti. Ancak fiyatta anlaşamamışlardı. Ertesi sene, daha sonraki sene bu teklif devam etti. Adam her Almanya’dan geldiğinde teklifini ısrarla yineliyordu. Nihayet son seferinde anlaştılar. Ancak bu kez de cebinde 5 kuruş parası yoktu. Arsa bedelini 45 gün sonra ödemesi kaydıyla anlaşmaya vardılar. 45. gün gelip çattığında Ali Bey parayı temin edememiş, ancak bunu da arsa sahibine söyleyememişti. Arsa sahibini vazgeçirmek için: “Arkadaş senin bu arsan çok değerli. Niye bana ucuza sattın. İstersen vazgeçebilirsin, anlaşmayı bozabiliriz” teklifinde bulundu. Arsa sahibi, Ali Bey’in parasının olmadığını, vazgeçmek istediğini anlayarak: “Her halde sen parayı tedarik edemedin. Öyle anlaşılıyor. Ben Almanya’ya gidiyorum. Parayı ne zaman temin edersen falanca arkadaşıma ödersin” demişti. Ali Bey çok geçmeden borcunu ödeyerek arsayı aldı.
Aynı arsa sahibi bu kez bitişik arsasını teklif etti. Ali Bey bir arkadaşından temin ettiği parayla o arsayı da aldı. Bu sefer bitişik parselden teklif geldi. Evini satarak o parseli de aldı. Ancak evin satılmasına karşı çıkan hanımıyla araları bozuldu ve hanımı evi terk etti. Sonunda durum tatlıya bağlandı ve hanımı eve döndü. Böylece Ali Bey yan yana üç parselin sahibi oldu.
İbrahim Tatlıses’e ortaklık teklif ediyor…
Sıra bu parsellere bir pasaj yapmaya gelmişti. Ancak elde avuçta bir şey yoktu. Dayısı “Topal Halaf” İbrahim Tatlıses’in çok samimi arkadaşı idi. Bir gün İbrahim Tatlıses Urfa’ya geldiğinde onun kaldığı otele giderek; “Halaf benim dayım olur. Kapaklı Pasajının arkasında pasaj yapılabilecek bir arsam var. Benim inşaat yapmaya param yok. Arsa benden inşaat senden ortak olabiliriz” teklifinde bulundu. Biraz da dil dökerek Tatlıses’i ikna etmeyi başardı. Tatlıses o gece, arsayı görmeye gittiğinde, sokak karanlık olduğu için arsanın konumunu gözü tutmadı ve “Bu köhne yerde pasaj çalışmaz” diyerek teklifi kabul etmedi.
Sonunda, inşaatın %70’inin kendisine kalması kaydıyla bir müteahhitle anlaşmaya vardı. İnşaat bitmiş, Ali Bey bir anda %70’i kendisine ait olan bir pasajın sahibi olmuştu. Yetim ve yoksulluktan geldiği için, bir anda bunca dükkânın sahibi oluşuna inanamıyor, “Allah’ın yardımı” diyordu. Pasajın adını “Japon Pasajı” koydular. İlk üç yıl dükkânlarını bedelsiz kiraya verdi.
“Gülizar Konukevi” ile
turizme ilk adımı atıyor…
Sene 1993. Şanlıurfa’da ilk kez tarihi bir Urfa evi valilik tarafından restore edilerek “Vilayet Konukevi” adıyla yeme-içme ve konaklama amaçlı turizmin hizmetine açılmıştı. Ali Bey, bir gece arkadaşlarıyla bu konukevinde sıra gecelerini yaparken arkadaşlarına ; “Urfa bir turizm şehri. Valimiz Ziyaeddin Akbulut’un turizme kazandırdığı bu yapı gibi ben de tarihi bir evi restore edip turizme kazandırmak istiyorum.” dedi. Arkadaşları “başaramazsın” diyerek vazgeçmesini istediler. Ama o Urfa’nın en önemli ekonomik potansiyelinin turizm olduğuna inandığından bu işi bir an önce gerçekleştirmeyi kafasına koymuştu. Çok geçmeden Su Meydanı Ferahiye sokakta tarihi bir Urfa evini satın alarak restorasyonuna başladı.
Restorasyon sırasında Urfa taşının tozu virüs gibi üzerine bulaşmıştı. Bu virüs insana bir kez bulaşmaya görsün. Artık insan taş delisi, tarihi yapı delisi oluyor. Ali Bey, sohbetimizin burasında yemin veriyor ve şunu da mutlaka yazmamı istiyor. “Bu virüsü bana Cihat Kürkçüoğlu bulaştırdı. Onun konferanslarında tarihi eserlerimizin korunması ile ilgili vermiş olduğu bilgiler, yaptığı uyarılar beni bilinçlendirdi. Slayt gösterilerinde yıkılan yapıları her izlediğimde yüreğimden bir parçanın koptuğunu hissederdim. Vali Konağını yıkıp yerine Cebeci İş Hanı’nı yapan, Bican Ağa Hanını yıkıp yerine Özdiker Kuyumcular Çarşısı’nı yapan zihniyete ve buna izin verenlere hayret ediyorum. Özdiker Kuyumcular Çarşısı’nı tarihin kalbine saplanmış bir hançer gibi görüyorum. Urfa’nın denizi yok. Kumu yok. Fabrikası yok. Bu şehrin kalkınması turizmle ve tarımla olur. Turizmden kazanmak istiyorsak tarihi yapılarımızı mutlaka korumalıyız” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Su meydanındaki evi restore ederken işçiler ve herkes bana gülüyordu. Bu adam parasını taşa toprağa döküyor diye. Restorasyon tamamlandığında evi “Gülizar Konukevi” adıyla butik otel ve restoran olarak hizmete açtım. “Gülizar” Pasajdaki dükkânımın da adıydı.”
Sohbetin burasında araya giriyorum. “Sahi hep Ali Gülizar olarak tanınıyorsunuz. Gülizar sizin soyadınız mı ?” diye soruyorum. Şöyle yanıtlıyor: “Hayır. Babam öldüğünde benim nüfus kâğıdım henüz çıkmamış. Annem nüfus kâğıdımı çıkarmak için nüfus müdürlüğüne gidiyor. Nüfus memuru soyadımızı soruyor. Annem de babamın soyadı olan “Beyazkuş”u unutup yerine kendi kızlık soyadı olan “Biçeroğlu”nu söylüyor ve nüfus memuru soyadımı “Biçeroğlu” olarak yazıyor. Askerden geldikten sonra nüfusa başvurup baba soyadım olan “Beyazkuş” soyadını aldım. Gülizar adı nereden geliyor derseniz, o bir sır” diyor ve açıklamıyor. Ben de üstelemiyorum.
“Turizme girmeye karar verdim”
Ali Bey tarihi yapıları restore etme serüvenine şöyle devam ediyor: “Artık Pasaj sahibi olmam ikinci planda kalmıştı. Herkes beni Gülizar Konukevi sahibi olarak tanıyordu. Gülizar Konukevi iş yapmaya başlayınca bu işin Urfa’da bir sektör olacağına inandım. Ticaret hissetmektir, inanmaktır. Ben bu işin tutacağına zaten inanıyordum. Urfa gibi zengin turizm potansiyeli olan tarihi bir şehrin gelir kaynağının turizm olacağına inanıyordum. Bu nedenle turizm işine girmeye karar verdim. Gülizar Konukevi’ni hizmete açtıktan sonra tarihi evlerimizin değerini daha da iyi anladım. Sarayönü Beyaz Sokak’taki tarihi iki Urfa evini birleştirip restore ederek “Beyzade Konak” adıyla hizmete açtım.
Taş tozu bir kez üzerime bulaşmıştı. Gözüm harap yapılarda idi ve bunları satın alıp restore ederek kurtarmak, hem de iş sahası yaratmaktı amacım. Beyzade Konak’ın peşinden Sarayönü postanesi yakınında Siverekli Ali Efendi Kabaltısı ilerisindeki harap durumda olan 5 ayrı evi satın alarak birleştirip restorasyonunu tamamladım.”
Millet Hanı ve Önündeki
Hamamı restore etmek
rüyalarına giriyor…
Millet Hanı Ali Bey’in gözünün önünde can çekişen en büyük eser olarak durmuş. Yıllardır bu yapının ayağa kaldırılmayışına hayret ediyor. “keşke gücüm yetse, kendim onarsam ve bu tarihi yapıyı Urfa’ya armağan etsem. Bu benim rüyalarıma giriyor” diyor. Ancak onun karşısındaki askeri hamamı geçen yıl Milli Emlak Müdürlüğü ile anlaşarak almış ve turizm amaçlı kullanılmak üzere restorasyonuna başlamış.
Yakın geçmişte, Kara Meydan ile Yıldız Meydanı arasındaki “Dişçi Emin’in Evi” olarak bilinen ve bir zamanlar “Avcılar Kulübü”, “Dr.Ahmet İnan’ın Muayenehanesi” olarak tanınan yapıyı restore ederek butik otel ve restoran olarak “Gülizar Konukevi” adıyla turizmin hizmetine açtı. Bu sayede çarşıya büyük bir canlılık getirdiği için esnaf kendisine müteşekkir olmuş.
Onun kültürel mirasa olan ilgisi, merkezi Ankara’da bulunan Şanlıurfa Vakfı’nın ilgisini çekti ve restore ederek kültürümüze kazandırdığı yapılardan dolayı 2006 yılında plaketle ödüllendirildi.
“Urfa kentsel sit alanında
trafik kesinlikle yasaklanmalı..”
Urfa’nın kentsel sit alanındaki özgün mimari dokunun Anadolu’nun hiçbir kentinde olmadığını söyleyen Ali Bey, bu dokunun mutlaka korunması gerektiğini belirtiyor. “Tarihi doku mutlaka trafiğe kapatılmalı, turistler için rahatça gezebilecekleri, oturup dinlenebilecekleri mekânlar yaratılmalı” diyor ve ekliyor: “Yöneticilerimizin Endülüs’ü, Roma’yı, Paris’i görmesi lazım. Urfa’ya vali gönderilirken mutlaka tarihi yapılarımıza sahip çıkanlar, turizme önem verenler gönderilmeli diye düşünüyorum. Belediye başkanlarımız da öyle olmalı” diyor.
Tarıma yatırım..
“-Telefonum beş tane beş”..
Turizmle birlikte Urfa’nın en önemli can damarının tarım olduğunu söyleyen Ali Bey, bir gün sırada arkadaşlarıyla otururken dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in Karaali’deki İl Özel İdaresine ait seraların açılışını yapmak üzere Urfa’ya geleceğini öğrenir. Arkadaşlarına kendisinin de seracılığa girişeceğini söyler. Arkadaşları hepsi bir ağızdan: “Daha neler. Bu iş konukevi işletmeciliğine benzemez, o işi başardın ama bu farklı bir iş. Bunu beceremezsin. Paranla bir bağ evi alsan ve hafta sonları dinlenmeye gitsen daha iyi olur” derler. Ancak o bir kez seracılığı kafasına koymuştu. “Bağ evine ne gerek var. Hem Karaali’de seracılık yaparım, hem de bir bağ evindeymişim gibi doğayla iç içe olurum.” diyerek ertesi gün İl Özel İdaresi’ne gider ve bu işle ilgilenen Timur Bey ile görüşür. Karaali’de seracılık yapacağını söyler. Timur Bey; “Kaç metre karede yapacaksın” diye sorduğunda “100 metre kare” diye cevap verir. Timur Bey bu cevap karşısında gülerek “Kardeşim bu iş senin yapacağın bir iş değil” deyip başından savmak ister. Ancak kendisi ısrar eder. Timur Bey, yine başından savmak için “Telefonunu ver ben seni ararım” der. O dönem telefonlar 5 rakamlı idi. “Telefonum beş tane beş” deyince Timur Bey durur ve bir an düşünür. Böyle bir telefonu alan birinin boş bir adam olmayacağını düşünerek, “Şöyle otur konuşalım” der.
Harran Ovasında
Karides-İstakoz yetiştirmek….
Müthiş bir haber olur…
Timur Bey kendisine serada ne yetiştireceğini sorduğunda; “Sebze, çiçek v.s.” diye cevap verir. Timur Bey ; “Kardeşim bunları herkes yetiştiriyor. Öyle bir iş yap ki sana daha çok para getirsin. Seralardaki havuzlarda karides ve istakoz yetiştirebilirsen daha çok kazanırsın. Türkiye’deki tüm beş yıldızlı oteller satın alır” der. Ali Bey’in kafasında hemen şimşek çakar. “Harran Ovasında İstakoz-Karides yetiştirmek. Gazetelere manşet oluruz vallahi” diyerek hemen işe koyulur. Seralar kurulur, havuzlar yapılır. O sıralar Tansu Çiller Başbakan. Ekonomik kriz patlak verir. İstakoz ve Karides alacak oteller krizden etkilenip bir bir kapanmaya başlar. Bunun üzerine havuzları bozup sebze yetiştiriciliğine karar verirler.
Sekiz buçuk dönümle başlanılan
seracılık Seksen dönüme çıkıyor….
Bundan sonrasını şöyle anlatıyor Ali Bey: “Sekiz buçuk dönümlük seralara domates, biber, patlıcan, salatalık ekerek işe başladım. Şu anda, Türkiye’in en büyük seralarında, 80 dönüm kapalı alanda tarıma ve Urfa ekonomisine katkıda bulunmaya çalışıyorum”.
“- Bu adamı Tanıyor musun ?
Türkiye’nin Hıyar Ağası’dır”.
Ali Bey konukevi işletmeciliği ve seracılığı yanında 1994 yılında Sarayönü semtinde “Gülizar Banyo” adı altında sıcak-soğuk su havuzlarının bulunduğu Urfa’nın ilk saunasını hizmete açtı. Yetkin pasajının bodrum katındaki bu banyoyu hizmete açarken tarihi yapılara olan tutkusu ön plana çıkmış ve mimar Cevher İlhan’dan sütunlarıyla, kubbeleriyle ve tonozlarıyla tarihi bir yapı görünümü ortaya çıkarmasını istemişti. Cevher Bey de projesinde bunu başarmıştı. İnşaat aşamasında iken gidip gezdiğim bu yapı bana yer altı bir Roma Hamamı izlenimini vermişti. O zaman vali yardımcılarımızdan birine şaka olsun diye; “Efendim, bir apartmanın bodrum katında yapılan kazılarda rastlantı sonucu bir Roma Hamamı bulunmuş, gidip bir bakalım” demiştim. Mimar Cevher İlhan o denli başarılı olmuştu ki ; Sayın vali yardımcımız inşaatı gördüğünde kendisini gerçekten tarihi bir hamamda zannetmiş ve bu şakaya inanmıştı.
Urfa folklorunun ve halk müziğinin duayenlerinden değerli bestekâr Abdullah Balak bir gün, halk müziği sanatçısı hemşehrimiz Mahmut Tuncer’i banyoya davet eder. Balak Hoca Ali Bey’i Sayın Tuncer’e tanıştırırken seralarında yetiştirdiği ve Türkiye’nin dört bir köşesine gönderdiği salatalıkları kastederek; “Bu adam Türkiye’nin Hıyar Ağası’dır” der. Ali Bey, bu esprili tanıştırmayı hiç unutmuyor ve her hatırlayışında gülüyor.
“Sitemim zenginlerimize…”
Eyyübiye mahallesinden gelen yetim ve yoksul Ali Bey; “İyi niyet ve samimiyetle çalışıldığı takdirde başarılamayacak iş yoktur” diyor ve ekliyor: “Her şeyi devletten bekliyoruz. Kişi olarak ben ne yapabilirim, işsiz insanlara nasıl iş sahası açabilirim diye düşünmüyoruz. Terörün, her türlü sosyal patlamanın en büyük nedeni işsizliktir. İşsiz adam her türlü gayri meşru işi yapmaya meyillidir ve patlamaya hazır bir bomba gibidir. Ben Eyyübiye’den gelen yoksul biri olarak insanımıza hep iş kapısı açmak gayretinde bulundum. Yaptığım işlerde çok para kazanmadım, Çok zengin olmadım, ama çok şükür kimseye de muhtaç olmadım. Yanımda çalıştırdığım işçiler ve onlara ödediğim maaş en büyük mutluluk kaynağım oldu. En büyük sorunumuz paylaşmayı bilmiyoruz. Güçlerimizi birleştirerek daha büyük projeler gerçekleştirmeyi düşünmüyoruz ve beceremiyoruz. Para içerisinde yüzen insanlarımız var, ancak paralarını iş alanlarına, istihdama yönlendirmeyip maalesef yastık altında tutuyorlar. Bir Gaziantep gibi niye olmayalım. Adamlar dünya halı ticaretini ellerinde tutuyorlar. Yatırım yapmayan, işsizlere iş kapısı açmayan zenlerimize sitem ediyorum.”
Evet. Üç kardeşin en büyüğü, 4 yaşında iken babasını kaybetmiş, ilkokula gidememiş ama yaşama umutla sıkı sıkıya sarılmış 60 yıllık örnek bir yaşamın ders alınacak öyküsü.
Urfa’nın kalkınmasının tarım ve turizmde olduğuna inanan ve bu yolda çalışan Ali Gülizar’ın öyküsü.