Mahmut Çepoğlu
19 Haziran 2006
Ben yetim / sen öksüz ben yetim. Binmişim aşk atına / yavaş sür ben de yetim. Bu cinaslı maninin, babanın olduğu kadar annenin yokluğunu düşünerek baba sevgisini, baba aşkını aile içinde en doruk noktaya getirerek, günü anlamlandırmak lazım. Toplumsal sevgiyi kazandıran insani öğeleri uygulanabilir düzeye çıkarmak hep aranılanlar arasındadır. Önemli günler, haftalar derken aylar gelip geçiyor. Yıllar su gibi akıp geçmekte. Yorgun bir bedenin iniltilerini duyarken, karın beyazına özenen saçların altında bir baba ve babalar günü… Esnaf; önemli addedilen gün ve haftaların yolunu gözleyip, hizmet anlamında vitrinleri süsleyip beklerken umutlar pembe. Girdiğimiz özentileri, kapitalizmin hükmettiği bir düzene tepe takla bir yaşamı hala toz pembe görenler olması düşündürüyor insanı. Sermayenin, üretimin oyuncağı insanlar. Tekniğin mutluluğu ile bizleri buluştururken, köreltmek adına nice oyuncaklarla avutulduğumuz gibi hijyenik koşullarda üretilmeyen sağlığımızı tehdit eden gıdalar… ışte böyle dönen bir çarkta ufalanırken her köşede bir yazı “babalar gününü unutmayınız.” Baba olmak, sevgili, yar olmak, anne olmak, kadın olmak; tüm bunları bir baskı altında tutar gibi bir güne sıkıştırmayı sevmiyorum. “Bugün bayram dargınlar barışsın.” derler ya!… Niçin diğer günler, haftalar, aylar ağzı perçinli çuvallarda mı? Kim kime ne zaman değer verirse, kim kimi ne zaman sayar, kadrini kıymetini bilirse o günden güzeli yoktur. Önemli olan yaşamın gerçeğini anlamak varken, neden yapmacık gün ve haftalarla kendimizi avutuyoruz. “Baba” deyip saygı duyduğumuz. “Babam” dünyanın en büyüğü dediğimiz ve ondan üstünü olmadığına kendimizi inandırdığımız babamız. Ne verebildik. Tüm yaptıklarımız için kocaman hiç dersem yeridir. Babalık bu; zorlukları, güzellikleri, sevgiyle çarpan yürekleri sınavlaştırdığı yaşam. “Baban geldi” yada “babam geliyor” atılan çığlığın ardından kuş cıvıltısını andıran sesler, bir hoş eder insan yüreğini. Baharı müjdeler, ferahlatır yorgun bedeni, serinletir stresin yaktığı sineyi… Babalar…. Babalar, şam babası, sülü baba, cum babası, mafya babası, çete babası karanlık gecelerin bedenlere çığ gibi düşürdüğü babalık. Alev olup tutuşturan nefretle andığımız ve yüreğimizde açan tomurcukları solduran baba simgesini kirleten yakıştırmalar… Kim ne isim alırsa alsın özünü taşıyan babalığa saygı duyarım. Sevgi ve saygıya layık toplumsal döngüyü ayakta tutan aile yapısını şenlendiren babalar bizim simgemiz. Mutlu izdivaçların tüm güzelliğiyle babalık sürüyor. Yinede babalığın güzelliğini tadını yaşayandan sormak lazım. “Baba” diye çağrılmaya hasret nice insan bilirim; “ah bende baba olsam” diyenlerin çilesini bir duysanız. Babalığın kolaylığı kadar zorluğunu da bilmek lazım. Merhamet, muhabbet sevgi daha nice erdemler hepsi bir arada. Ancak toplumda kimi zaman basit bir öfke ve ardından tetiğin gerilmesiyle gelen faciayı görmenin acısına nasıl yürek dayansın. Bunu yaşayan babalar gördüğümüz gibi babasına kıyan evlatların çılgınlığına ne dersiniz. Devletin babalığını gelin tartışmayalım. Kendi halinden memnun bir insan bulmadığımız toplumda devletten memnun insanlar nasıl bulunur. Ama devlet babanın varlığına da şükretmek lazım. Devlet olmasa ailenin olmayacağını dolayısıyla inanç ve sevginin de yok olacağını bilmeliyiz. şu güzel sözün güzelliğini sizlerle paylaşmak istedim. “Altı yaşında babam her şeyi biliyor. On yaşında babam çok şey biliyor. Onbeş yaşında ben babam kadar biliyorum. Yirmi yaşında şu gerçek ki, babamın öyle pek fazla bir şey bildiği yok. Otuz yaşında bir kerede babamın fikrini sorsam fena olmayacak. Kırk yaşında ne de olsa babam bazı şeyleri biliyor. Elli yaşında babam her şeyi biliyor. Altmış yaşında ah babam hayatta olsaydı da kendisine danışabilseydim.”