Mehmet Sarmış
17 Nisan 2021
Bu yürüyüşümde bana genç bir arkadaş eşlik edecek; Üsküdar Üniversitesi Odiyoloji Bölümü 4. Sınıf öğrencisi
Ahmet Bozkır. Sosyal medyadan beni takip ediyormuş, yürüyüş yazılarımı da okuyormuş. Önce mesaj atıp bazı tevafuklardan söz etti:
“Bir abimizle Urfa surları üzerine konuşurken sizin “Urfa Surları” ile ilgili paylaşımınız geldi. Yine kendi aramızda Urfa kültüründe Kürkçüoğlu ailesinin öneminden bahsederken “Cihat Kürkçüoğlu” paylaşımınızla karşılaştım. Ulu Cami ile ilgili paylaşımınızdan önce ben de bir arkadaşımla Ulu Cami’de gezip bahsettiğiniz durum (Ulu Caminin avlusundaki bazı sıkıntılar) üzerine konuşmuştuk. Dün Ellisekiz Meydanı civarında dolaşmıştım bu sabah sizin orası ile ilgili paylaşımınızı gördüm. Ve hayretler içinde kaldım. Bu kadar tevafuka aklım ermedi.”
Doğrusu bana da çok ilginç geldi; bir açıklama yapamadım.
Ahmet, benden bir yürüyüşe eşlik etmek için talepte bulununca da memnuniyetle kabul ettim. Dün aradım, bugün öğlen namazında Kara Musa Camiinde buluşmaya karar verdik.
Bu cami bizim mahalleye (Kamberiye) yakın olduğu için gençlik yıllarımda zaman zaman uğrar, önünden geçerken vakti girmişse namaz kılardım.
Öğlen namazına ucu ucuna yetiştim. Hoca benden önce çıktığı için kendisiyle görüşemedim. Ahmet daha sonra çıkageldi. O namaz kılarken ben etrafı kolaçan ettim.
Caminin içi de fena değil ama özellikle avlusu temiz, bakımlı, aydınlık ve çok güzel. Urfa taşı döşeli duvarları ve zemini, araya serpiştirilmiş zeytin ağaçları, ve tarih, ve din, birbirine çok yakışıyor, birbirini tamamlıyor. Arada tatlı bir Arapça ile konuşarak dolaşan, abdest alan, ellerindeki cüzlerden Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmeye çalıştıkları belli olan Suriyeli çocuklar bu güzel manzarayı ve havayı tamamlıyor.
Cami, az sonra söz edeceğim Mahmutoğlu Kulesi’nin batısına bitişik. Düzgün kesme taşlardan inşa edilmiş. Tavanı tonozlu, minberi balkon şeklinde. İnşa kitabesi yok. 1523 Tahririnde “Mescid-i Müşârafe” adıyla geçiyormuş; demek ki 16. yüzyıl başlarında mevcutmuş. Hacı Ali Yusuf oğlu Kara Musa, H.959/M.1552 tarihli vakfiyesinde camii kendisinin yaptırdığını belirtmiş. Bir adı da Müşerref Camiidir, ama halk arasında Kara Musa Camii olarak bilinir. Kitabelerinden, değişik tarihlerde onarımdan geçtiği anlaşılmaktadır.
H.1195/M.1780 tarihli manzum kitabesinin metni şöyledir:
“Urfa ayanının övündüğü temiz vasıflı hayır ve hasenat sahibi Hacı Firuz Bey, birçok eseri ile şan ve şöhret kazanmıştır. Allah, onun ömrünü uzun ve iki cihanda mutlu kılsın. O hayır sahibi, hem Kızıl Camii (Ulu Camii) hem de Ağ Camii (Nimetullah Cami) yenileyerek tamir ettirdi. O, susayanlara ab-ı hayat gibi suları, çeşitli yerlere taksim ederek şehre çeşmeler yaptı. Onun nice hayır ve hasenatları vardır. İşte o, cömertlik ve cömertler başı Hacı Firuz Bey, bu mübarek camii de haraba olmuş görünce, hemen tamiri için harekete geçti. Gizliden bir ses, bir ta’miye ile tarihini şöyle dedi. Merhamet sahibi olan Allah, yaptıklarına karşılık o zata cenneti versin.”
Kitabenin son mısraında, ebced hesabıyla caminin onarım tarihi 1195 (1780) düşürülmüştür.
(Mahmut Karakaş, “Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler”, Şanlıurfa Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, Konya, 2012, sf. 107)
Bu kitabeden anlaşıldığına göre Firuz Bey çok hayırsever bir zatmış; birçok camiyi onardığı gibi düzenli su şebekesinin olmadığı o dönemlerde bu camilere ve etrafındaki semtlere su getirtmiş, çeşmeler yaptırmış. Bunları öğrenince kendisine gıpta ettim, dua ettim.
Mahmut Karakaş Hoca, adı geçen kitabında devamla şunları yazmaktadır:
“Bu semtin yaşlılarının anlattığına göre, cami son olarak 40-50 sene kadar evvel tamir edilmişti. Yine anlatıldığına göre cami avlusunda kocaman bir havuz vardı ve ortasındaki fıskiyesinden su fışkırırdı. Hatta mahallenin çocukları bu havuza girerlermiş. Sonra bu havuz da kaldırılmıştır.”
Eskinin her şeyinin güzel olduğu gibi bir düşüncem yok; aksine bazı şeyler daha kötüydü, fotoğraflarından gördüğümüz üzere bazı binalar harap haldeydi; şimdiki halleri daha güzel. Ancak var olup da gereksiz yere yok edilenleri gördükçe, duydukça üzülüyorum. Mesela caminin avlusundaki o havuz keşke dursaydı!
Bu arada Büyükşehir Belediyesi Turizm Şube Müdürü Necmi Karadağ’ı aradım. Yerindeyse uğramak ve Kent Müzesini gezme imkanını öğrenmek için. Köyde olup bir saate kadar geleceğini, arkadaşları arayıp bize yardımcı olmaları için gerekli talimatı vereceğini söyledi.
Cami avlusuna güney kapısından girmiştim, Ahmet’le beraber batıya açılan ana kapısından çıktık. Güneye, sonra da doğuya doğru yürürken Ahmet’le tanışıklığı ilerletmeye çalıştım, gün boyu sürecek tatlı bir sohbete başladık. O yaşta olup da bu işlere meraklı olması, böyle bir yürüyüşe katılmak istemesi çok hoşuma gitmişti zaten, tanıdıkça daha da sevdim. Maşallah! Genellikle şikâyet ettiğimiz gençlerin arasında böylelerinin olması beni gelecek adına umutlandırıyor.
Daha önce de yazmıştım; Urfa surları doğuda Karakoyun Deresine paralel olarak kuzey güney yönünde uzanıyor. Bey Kapısı, tam bulunduğumuz yerde imiş, resimleri var ama kendisi yok. Geçmişte, “Babu’l-Emir” ve Kısas beldesine açıldığı için ”Kısas Kapısı” diye de anılırmış, ancak şimdi sadece Bey Kapısı diye meşhur. Bu ad, gerisinde uzanan mahalleye de ad olmuş. Mahallenin güneyinde Türk Meydanı, kuzeyinde Hekimdede Mahalleleri yer alıyor.
Sokaklara dalmadan önce surun etrafında bir tur atacağız.
İlk durağımız Mahmutoğlu Kulesi. Tarihi Urfa surlarının üzerinde, Bey Kapısı’nın hemen kuzey tarafında olup güneye bakan tarafında kapı duvarının izleri duruyor. Gel de üzülme! İnşallah bir gün o fotoğraflara bakılarak bu kapı yeniden inşa edilir.
Şimdi “Mahmutoğlu Kulesi” diye bilinen bu yapı Urfa Haçlı Kontluğu döneminde inşa edilmiş bir kale burcudur. (Urfa veya Edessa Kontluğu, Birinci Haçlı Seferi sonrasında şehri ele geçiren Haçlılar tarafından 1098 yılında kurulmuş, 1144 yılında Musul Atabeyi İmadüddin Zengi tarafından yıkılmıştır.)
Kule, Haçlı Kontluğu döneminde inşa edilmiştir. Güneyde silindirik bir burç ve bunun kuzeyinde yer alan beş köşeli daha alçak ikinci bir burçtan meydana gelmiştir. Silindirik burcun doğuya bakan yüzünde, yan yana üç taş bloğa yazılmış beş satırlık bir inşa kitabesi bulunmaktadır. Yüksekte olduğu için bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Tercümesi şöyledir:
“Büyük Ermeni Çağı’nın 571. yılında, İsa’nın dindar, yetkin ve eşsiz askeri yüce Kont Joscelin’in günlerinde ve büyük Edessa kentinin bir süreliğine düklüğünü üstlenen Tanrısever Prens Vasil’in idaresinde, bu sağlamlaştırılmış kale, büyük teknik ve harcama ile tamamlandı. Tanrı onu inşa edenleri muzaffer ve sarsılmaz eylesin ve (ikinci) gelişinde (onları) zaferle taçlandırsın.”
(Selahattin Eyyubi Güler “Şanlıurfa Yazıtları, Grekçe, Ermenice, Süryanice”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2014, sf. 44)
Kitabede geçen Ermeni tarihinin 571. yılı, Miladi 1122-1123 tarihleri arasına denk gelmektedir, yani kule o tarihlerde inşa edilmiş olup 900 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Osmanlı döneminde kapı ağalığı yapan Mahmutoğlu ailesine verilmiş olan kulede, o tarihten yakın zamana kadar Mahmutoğlu ailesi ikamet etmiştir. Bu sırada burçların arka tarafına klasik Urfa tarzında çok güzel bir ev inşa edilmiştir.
Kuzeydeki köşeli burcun batısında bulunan haremlikte eyvan, mutfak, zerzembe (kiler) ve avluyu çevreleyen odalar yer almaktadır.
Güneydeki silindirik burcun batısında bulunan selamlık kısmında ise develik, su kuyusu, azaphane, silahhane, çeşitli depolar ve odalar yer alır.
Yakın zamana kadar harap durumda olan, benim de her gördüğümde duvarındaki yarılmalara bakıp bakıp üzüldüğüm Mahmutoğlu Kulesi, 2008 yılında Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alındı, aslına uygun olarak restore edildi ve 2014 yılında “Kent Müzesi” olarak hizmete açıldı. Burayı biraz sonra gezip kısa bir tanıtımını yapacağım.
Ahmet’le beraber kulenin önünde iken telefonum çaldı. Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğünde görev yapan Şair Yazar arkadaşım Mehmet Kurtoğlu arıyordu. Ankara Vakıflar Bölge Müdürü olan eski öğrencilerimden
Ferhat Türkoğlu ile tanışmışlar, konuşma sırasında benim bahsim geçmiş, eh biraz da karşılıklı övmüşler, bunun üzerine arayayım demiş. Bu arada, nerede, ne için bulunduğumu söyleyince yazıma alma gereği duyduğum bazı şeyler söyledi.
Evleri Ellisekiz Meydanı’nda iken, yazın Mahmutoğlu Kulesinin ahırında akrep tutmaya gelirmiş; bunların satışından kazandığı para, babasının verdiği harçlıktan daha çok olurmuş. Evet, ben hiç yapmadım ama, eskiden böyle bir kazanç yolu olduğunu hatırlıyorum. Bir kısım gençler, yaz geceleri bir elde fanus (denizci feneri) diğerinde bir şiş ile harabe ve kuytu yerlerde dolaşıp akrep yakalar ve satarlardı. Demek Kurtoğlu da onlardan biri imiş.
Bir şeyi daha hatırlattı bana. Mahmutoğlu Kulesinin hemen karşısında Karakoyun Deresi üzerinde tarihi bir köprü vardı. Çok yağmur yağdığı zaman “sel kalkar” bu köprüyü de aşardı. Bölgedeki restorasyon çalışmaları sırasında köprü de kaybolup gitti. Yıkıldı mı, olduğu gibi altta mı bırakıldı, bilmiyorum. Kurtoğlu, keşke ortaya çıkarılsa diye temenni etti, ama bana göre zor. Son derecede güzel bir hale getirilen buraların sadece o köprü için yıkılması söz konusu olamaz.
Telefonu kapattıktan sonra nihayet yürüyüşümüze başladık. Niyetimiz sur boyunca kuzeye doğru gidip, bitiminde içeriye kıvrılıp Sanat Sokağı boyunca geri gelmek.