Nejat Karagöz
23 Aralık 2021
İkinci dünya savaşından yerle bir halde çıkan Almanya’nın aşılmaz ekonomik sorunları, işgal kuvvetlerinin de zihnini meşgul ediyordu. İşgal komutanının ekonominin başına atadığı ve sonra da beceriksiz bulup görevden aldığı Herr Konrad Adaneur, uzun soluklu siyaset macerasının sonunda, 1949’da ilk serbest seçimler yapıldığında Şansöyle (başbakan) oldu. Ekonominin başına da Ludwig Erhard’ı getirdi.
Ludwig Erhard işgal kuvvetleri komutanının da dikkatini çekmiş önemli bir bürokrattı ve maliyenin başına geçtiğinde halkına “Bundan sonra artık ekmek ve sair gıda maddeleri için tek bir karneniz var. O da üretip, çalışıp, kazanabildiğiniz Deutsch Mark …” diyebilme cesaretini göstermiş bir ekonomistti…
“Pek çok kimseye göre Ludwig Erhard ekonomi tarihinin en büyük kumarlarından birini oynamıştı. Piyasa kurallarının dengeyi bulacağına, üretimi arttıracağına ve karaborsayı kaldıracağına güveniyordu. Her sabah semt pazarlarını kendisi dolaşıyor, patates ve benzeri gıdaların fiyatlarındaki gelişmeleri takip ediyordu. . Sonra ofisine dönünce de sekreteri FrauMuhr’u kadın elbisesi ve kumaşı satan dükkânlara gönderiyor çeşitlenmenin ve mal bolluğunun başlayıp başlamadığını anlamaya çalışıyordu.
İki yıl boyunca Erhard serbest piyasa kurma yönündeki kararları yüzünden yerildi, azarlandı, alay edildi ama hiç kulak asmadı.1948 yılının son aylarında artık Alman mucizesinden bahsedilmeye başlanmıştı. İşsizlik azalmış, raflarda Alman endüstri ürünleri görülmeye başlanmıştı. Erhard sosyalizme yönelen dünyaya pekâlâ serbest piyasa ekonomisi ile kalkınma olabileceğini göstermişti. Şunu söylerdi;
– sürekli büyümekte olan bir pastayı paylaştırmak daha kolaydır. Herkes her seferinde daha büyük bir dilim alır. Oysa her zaman aynı boyda kalan bir pastada birine daha büyük bir dilim vermek isterseniz diğerinin hakkını yersiniz.
Erhard yalnız Almanya’nın değil soğuk savaş yıllarında serbest piyasa ekonomisinin kurtarıcısı idi.
“ Mucize “ söylemi için de Erhard şunları söylemiştir;
– Almanya’da olana “mucize “ denemez. Bir halkın dürüstlük içinde özgürlüğe, kişisel girişime, bireylerin enerjilerine olanak vermesi ile başarılmış bir mücadeledir.” (¹)
Almanya’yı tarihi ve başarılarıyla baş başa bırakarak kendimize bakalım:
Ülkemizin içerisinde bulunduğu ağır ekonomik koşulların sebepleri az çok bilinmektedir sanırım. Kaçırmış olanlar için iki cümle ile özetlemek gerekirse diyebiliriz ki:
- Üretim, bu ülkenin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olmadığından, ithalat yoluyla ikame edilen mallara ödenen döviz, bizim paramız olmayıp borç aldığımız ve değerini kontrol edemediğimiz bir paradır.
- Tüketim toplumuna evirilen Türkiye’nin üretim tesislerinin yok pahasına elden çıkarılmasını alkışlaması henüz bitmemişken, içerisine düştüğü yokluk ve bunun getirdiği pahalılıkla yüz yüze gelmiştir. (Mevzu bu iki cümle ile özetlenemeyecek kadar derin ve geniş olmakla birlikte temel olarak bu iki tespit, varılan sonucu açıklamaya yeterlidir.)
Dünyada ekonomi yönetimi, kendini “Ekonomist” sanan idarecilerin elinde değil, ekonomi biliminden haberdar, bu işe yıllarını vermiş akademisyen ve bürokratların elindedir. Ve asıl başarı da burada yatar. Çünkü artık zamanımızda hiç kimse diş çektirmek için berbere gitmiyor da bu iş için yapılmış özel donanımla hastanelere, doktorlarda gidiyor ise, ülke ekonomisi de diş çekmeyi bilen bir berberin yerine bu işe ömrünü vermiş iktisat hocalarının ellerinde olmak gerekir…
Ludwig Erhard’dan söz etmemizin esas nedeni de tam olarak budur. Savaştan çıkmış bir ülkenin ekonomisinin şahlanışı günümüzde, Almanya’nın dış ticareti içerisinde % 2’den az bir paya sahip bulunan ülkelerdeki “Şahlanmadan (!)” çok daha farklıdır. Alman toplumu, bu gerçek şahlanışı AB ekonomisi içerisindeki en büyük ekonomik güç olma yolundaki macerasının mimarlarına borçludur.
Milli parasını işgal kuvvetlerinin verdiği vesikaların yerine koyabilmek, günümüzde “Onların doları varsa bizim de Allah’ımız var…” feryatlarından çok daha farklı olarak; bilgi, birikim, dürüstlük ve nihayet “Devlet adamlığı” vasıflarıyla donanımlı olmakla mümkündü. Halkına, çalışıp üreterek ihtiyacı olan her şeyi kendi milli parasıyla alabileceği güvenini vermekti asıl başarı… Kendi milli parasının yerlerde süründüğü ülkelerin uluslararası çapta ekonomik başarı hikâyeleri ise olamazdı ki zaten yok…
Elbette bütün bu anlattıklarımızın, dünyada ölçümlenebilen başarılar sıralamasında, üçüncü dünya ülkeleri arasında yer alan bir ülkenin vatandaşlarını meraklandırmasını beklemek saflıktır. Ve haddizatında bu kadar saf olmayı da kendimize bir hak olarak görmek isteriz…
Ancak mesele, bizim saf olup olmamamız değil, ülkemizde çok daha büyük potansiyel bulunmasına rağmen Alman Mucizesine imrenmemiz, bunun bu topraklarda da “iş ehline verildiğinde” başarılabilecek bir mucize olduğu halde, bu gerçeklikten kopuk olarak yaşıyor olmamızdır.
Modern dünyanın bir gerçeği olan faiz ile “Nas” kalkanı arkasına saklanarak savaşmanın yetersiz ekonomi bilgisi ile beceriksizlikle açıklanmaya çalışılması sadre şifa olmaz. Neredeyse bütün üretim girdileri ithalata dayalı olan ülkelerde olduğu gibi, dövizdeki önlenemez yükselişlerin karşısına, yerli para mevduatlarına “kur endeksli mevduat faizi programı” (!) ile çıkılması ekonominin akıl tutulmasıdır. Halkın büyük bir bölümünün vergileriyle beslediği hazinenin, belli çevrelerin kasasına akıtılması anlamına gelen bu işlemin, tez vakitte ekonomiyi çökertmesi, iflasın eşiğine getirmesi sürpriz olmayacaktır.
Bir yandan “faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğu” teorisini otaya atanların, öbür yandan kur endeksli mevduata verilecek yüksek faizi hazine garantisine bağlaması kendi içinde çelişkili olmakla kalsa iyi ama bunun milli ekonomiye maliyetini birkaç aydan daha erken görmenin ihtimali yok gibi…
Sonuç olarak: Bu ülkenin gerçek diplomalı gerçek ekonomistlere ihtiyacı var, gerisi laf-ı güzaftır.
(¹): Moris Levi