Bülent Okutan
28 Şubat 2008
Ben bugün burada bunun tam tersinden bahsedeceğim.
Çok sevdiğim genç bir kaleme hayranlığımdan dem vuracağım. Yani onunla kapışmak, atışmak yerine onu övmeye çalışacağım. Eren Akalın’dan. Gazetemizin Hukuk Danışmanı, Aksiseda köşemizin yazarı.
Teşbihle yaklaşırsak Güneydoğu’nun benden hızlı kovboyundan yani. Kovboyluk nereden geliyor, az sonra anlayacaksınız.
Eren’i köşeme ilk olarak hasetimle almıştım. Urfa-Antep kıyaslamasına yaptığı o muhteşem benzetme ile. şöyle demişti genç Avukat ;
‘Bizim Antep’le olan hikayemizi La Fontaine yıllar önce öyküleştirmişti aslında ama biz alınmayalım diye ‘ağustos böceğiyle karınca’ koymuştu adını. Urfalı’lar ellerinde sazları sıra gecelerinde eğlenirken, eğlencenin hiçte sırası olmadığını bilen Antepli’ler çalıştı, çabaladı ve emeklerinin karşılığını aldı. Bugün artık Antep’in Organize Sanayisi, Adana Organize Sanayisini geçmiş ve bu anlamda bölgenin bir numarası olmuş durumda. Biz mi? Zavallı biz. Zavallı ağustos böceği’
Neredeyse otuz yıldır makale yazan, bu kenti yorumlayan ben nasıl olurda bu kadar güzel bir benzetmeyi düşünemedim diye hayıflanmıştım. Akalın’ı da tesbitinden dolayı kutlamıştım.
Neyse.
Her akşam gazeteden çıkar, Abide kavşağına kadar yürürüm. Spor olsun diye. Yarım asra yaklaşan yaşamım boyunca yapmadığım, yapamadığım, ama adını spor koyduğum bir davranış işte. O yürüyüş ne kadar sporsa.
Fakıbaba’nın eksi puanları topladığı yap-boz kaldırımlarının molozları arasında yaptığım yürüyüşten bahsediyorum. Kaldırımların Abide yönüne giderken sağ cenahı bitti. Ya da öyle sayılır. Geçtiğimiz gün o bittiği varsayılacak kaldırımlarda yürürken bir eksik gözüme çarptı. Özürlüler için iniş ve çıkışlar unutulmuştu.
Haberin kutsadığı, yazılacak çok şey olan bu kentte, yine bir malzeme bulmuştum. Cebime koydum evin yolunu tuttum.
Gece diz üstü bilgisayarımı açtım. Konu hazırdı. Havaya girmek için önce bir surf yapmayı tercih ettim. Son durağım bizim gazetenin sitesiydi. Aksiseda köşesinin yazısı Mehmet şansal’ın tüm tembelliğine rağmen akşamdan portala girmişti. Ne yazmıştı acaba bu kez genç Avukat diye tıkladım.
Kaldırımlar ve sadece benim gördüğümü sandığım Özürlülerin unutulmuşluğu karşımdaydı.
O an renkli ufkumda 1800’lü yılların Amerika’sında ki Vahşi Batı canlandı. Bir cadde. ıki yanını ahşap binaların sardığı, tozlu yolda kurumuş dikenlerin yuvarlanarak uçuştuğu bir cadde.
Bakkal ve berber kepenkleri kapamaya çalışırken, uzun etekli bir hatunun sıkılacak kurşunlardan korumak için kucakladığı çocuğunu, gıcırdayan tahta kaldırımlardan koşarak eve sokmaya çalıştığı bir cadde.
Ve caddenin iki ucunda, iki çift mahmuzlu çizmenin içinde dikilmiş, iki kovboy. Parmakları tabancalarının kabzasında gezinen. Kulaklarda ise ıslıkla karışık ağız armonikası ile çalan bir Western müzik.
O kovboylardan biri benim, diğeri Eren Akalın.
Düello nasıl mı sonuçlandı?
Yukarda aktardım ya size. Kaldırım meselesinde!…
Eren benden hızlı çıkmıştı…
ışin esprisi bir yana. Ben ve benim gibilerden daha çabuk düşünerek kaleme sarılanlar geliyor, biz eski kalemşörlerin ardından. Ona göre ayağınızı denk atın beyler. Kaldırım taşlarınızı da…